YÖNETMEN : INGMAR BERGMAN
Sinema tarihindeki en güzel (göreceli olabilir) iki kadının hikayesini izlemeye ne dersiniz? Pek hikaye de değil bu ‘yaşam’ ın ta kendisi. Bergman benim için özel bir yere sahip. ‘Hiçlik’ nihilizme kaçan dozda bu kadar iyi anlatılabilirdi.
İki kız kardeş düşünün, taban tabana zıt olan... Ve bir çocuk, masum, saf... İşte Bergman bize bir buçuk saat bu üç kişiyi izlettiriyor, arada bir takım sesler de var, az ama öz sesler...
Büyük olan kardeş bilgiye doymuş bir şekilde ruhsal bir arzuyla Bach dinlerken, küçük olan kız kardeş bedensel doyum arıyor ve sevişiyor...
Johan ise eğlenmek istiyor, kukla gösterisi yapıyor teyzesine, oyun amacı... Ama filme sinen hüzünden o da nasibini alıyor. Ben anlatılanın aslında tek bir kişinin farklı yönleri olduğunu düşünüyorum. Matruşka gibi, içimizden farklı farklı kişiler çıktığını hepimiz hissetmişizdir. Bergman bu tekliği finalde teyzesinin Johan’a bıraktığı mektupta yabancı dilde ‘Ruh’ olarak tanımlıyor, dediğim gibi yabancı olan bir ‘Ruh’ bu hepimize...
Şimdi tamamiyle iyi olduğumu söylemeliyim.
İçinde bulunduğum şu duruma ne dendiğini acaba biliyor musunuz? Euphoria.
Babama da aynı şey oldu gülüyor ve tuhaf öyküler anlatıyordu.
Sonra bana bakıp:
“Şimdi, işte sonsuzluk, Ester.” dedi.
Her ne kadar dev gibi iriyse de öylesine nazikti ki.
Hemen hemen iki yüz kilo geliyordu.
Tabutunu taşıyan heriflerin halini görmeliydi.
Öyle yorgunum ki.
...
Hayır, böyle pisi pisine ölmek istemiyorum!
Boğularak ölmek istemiyorum.
Oh, korkunç bir şeydi bu. Korkuyorum şimdi.
Başıma yeniden böyle bir şey gelmemeli.