30 Ocak 2020 Perşembe

Knulp - Hermann Hesse


Fotoğraf’ı bizim balkondan knulp’u okurken çektiydim...



Henüz bitti.. Knulp, göçebeler gibi bir oraya bir buraya seve isteye savrulan biri... Gittiği her yerde keyifle ağırlanıyor gezginimiz.. Kâh dostu sepici(derici imiş.)nin evinde kâh başka bir yerde başka bir dostu rahip’in yanında kalıyor, arkadaşları bu neşeli insanda bir nevi hayat bulduklarından bir dediğini iki ettirmiyorlar.. altını çizdiklerime geçmeden önce Hesse okumanın bana her daim büyük zevk verdiğini sizlerle paylaşmak isterim. Fazla spiritüal bulanlar olabilir ancak terapi gibidir Hesse kitapları, dozajında almak lazım gelir mutlak.

“Ama ne diye özel bir yiyecek hazırlayacaksınız benim için. Bir tas çorba bana yeter.”
“Amma yaptınız! Hasta biri adamakıllı beslenmeli ki, güçlenip toparlasın kendini. Yoksa ciğer sevmez misiniz? Böyleleri vardır çünkü.”
 Knulp, alçak gönüllü bir tavırla güldü.
“Yo, ben onlardan değilim. Ciğer kızartması pazar günleri yenecek bir yemektir benim için. Ömür boyu, her pazar ciğer kızartması yesem bıkmam doğrusu.”


“Kim bilebilir? Hep derler ki, ölüm bir uykudur, uykuda ise sık sık konuşur insan, hatta şarkı bile söyler bazen.”


“Çünkü düşündüğü gibi davranmıyor kimse, attığı her adımı aslında hiç düşünüp taşınmadan, o anda canı nasıl istiyorsa öyle atıyor. Ama dostluk ve sevgi konusunda durum belki yine de benim dediğim gibidir. Nihayet herkesin kendine özgü bir yaşamı vardır, bunu başkalarıyla paylaşmaya yanaşmaz. Biri öldüğünde de görürüz bunu. Ölen için ağlanıp sızlanılır, yas tutulur, bir gün, bir ay, belki bir yıl; ama sonra ölen ölmüş, aradan çıkıp gitmiştir; yattığı tabutta onun yerine pekâlâ yersiz yurtsuz, tanımadık bir zanaatkâr oğlan da yatabilirdi, bir şey fark etmezdi.”

Ayrıca bu aralar fazla miktarda Schubert dinliyorum. En çok da bunu.

28 Ocak 2020 Salı

bir film ne kadar canınızı yakabilir? - ROMA(2018)


                                                   YÖNETMEN: ALFONSO CUARÓN
                                                                Uyarı: Aşırı spoi içerir.

Oscarlı film. Yönetmenin çocukluğundan izler taşıyan dramda 70’ler Meksika’sını seyrediyoruz siyah-beyaz. Cleo orta sınıf bir ailenin yanında hizmetçi. Yaftalamayı sevmiyorum aslında lakin filmi anlayabilmek için imdb’de geçen ‘maid’ sözcüğünü kullanmak zorundayım. Cleo bir insan esasında hepsi bu. Bir kadın.



Fermín sevgilisi. Hamile kalıyor. Ama Fermín yağlıyor topukları ve kaçıyor. Sonrasını ben söylemeyeyim, siz izleyin...


Sofía dört çocuk annesi. Antonio hep uzakta, uzaklarda. Çalışıyor, iş için. Ancak bir müddet sonra tamamen aile içi bağlar kopuyor. Çocuklar asgari düzeyde etkilensin diye ebeveynler önlemler almaya çalışıyor...



Konu kabataslak bu şekilde özetlenebilir de başlıkta sorduğum sorunun cevabı nasıl özetlenecek? Yanan ormanda ağıt yakarcasına şarkı tutturan adam verebilir mi yanıtı? 

‘Kadınlar hep yalnızdır’mı yoksa filmde dendiği üzere? 

Bir uyansak, uyansak, uyansak uykumuzdan...

26 Ocak 2020 Pazar

Şimdi Sevişme Vakti*

çıplak heykeller yapmalıyım,
çırılçıplak heykeller
nefis rüyalarınız için
ey önünden geçen ak sakallı kasketli,
yırtık mintanından adaleleri gözüken,
dilenci
sana önce
şiirlerin tadını
aşkların tadını
kitaplardan tattırmalıyım
resimlerden duyurmalıyım, resimlerden...

şu oğlan çocuğuna bak
fırça sallıyor
kokmuş manifaturacının ayağına
dörtyüzbin tekliğinden
on kuruş verecek

seni satmam çocuğum
dörtyüzbin tekliğe,
ne güzel kasların var
ne güzel bileklerin
hele ne ellerin var, ne ellerin.

söylemeliyim,
yok
yok... meydanlarda bağırmalıyım.
bu küçük
güllerin buram buram tüttüğü
anadolu şehri kahvesinde
kiraz mevsiminin
sevişme vakti olduğunu.

resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
baygınlık getiren şiirler
kiraz mevsimi, kiraz
küfelerle dolu pazar.
zambaklar geçiriyor bir kadın.
bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
belediye kahvesinde hala o eski, o yalancı
o biçimsiz bizans şarkısı.

sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,
nasıl etsem nasıl yapsam da
meydanlarda bağırsam
sokak başlarında sazımı çalsam
anlatsam şu kiraz mevsiminin
para kazanmak değil 
sevişme vakti olduğunu...

bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
boş geçirdiğim, bağırmadığım, sustuğum günlere
mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
oğlu bir şiir okusa
karacaoğlan'dan
orhan veli'den
yunus'tan, yunus'tan...

sait faik abasıyanık
*ezginin günlüğü

25 Ocak 2020 Cumartesi

Ada Sahillerinde...


Giderayak bir burgaz yapmaya mıydım a dostlar? Adalar vapurundan, Galata..


Burgaz Sokakları..


Sait Faik Müzesi...


Müzede biyografisi görseller ile desteklenerek sergileniyor Faik’in. Bilhassa annesi Makbule Hanım ile özel bir bağı var imiş...


Kitaplığı...


...


Böyle anı çekmeceleri var.. Her çekmeceyi açtığınızda ya bir resim ya bir mektup ya bir ...



Müzeden kitaplarını alabiliyorsunuz. Son Kuşlar’ı seçtim, daha evvel okumuştum başka başka eserlerini.. 



Kahve molası ve martı...



Şarkımız ise Bye Bye Manchester değil, İstanbul...

24 Ocak 2020 Cuma

Gezmeler..

Merhaba. Muhteşemdi hava bugün de. :) Sabah Beyoğlu yaptım biraz. Beyoğlu bitmez tabii, yarın da devam edeceğim... Pera’ya gitmeden önce yky’e uğradım. Güzel bir sergi vardı. Sagalassos Antik Kenti ile ilgili. Burdur civarında imiş antik kent, gerek interaktif olarak(bir tuşa basarak görüntülü olarak dinleyebiliyorsunuz arkeologları) gerek sanatsal düzenlemesi ile farklı bir sergi idi.






Dayanamayıp kitap da aldım... Hatta Simon de Beauvoir’in Sade ile ilgili minik denemesi bitmek üzere. :)


Hemen akabinde Pera... Bir Yol Öyküsü başlıklı fotoğrafın 1839’da bulunması ile gerçekleşen ilk gezinin fotoğrafları. Çıkamadım buradan uzun süre. İskenderiye, Kudüs, Libya... bak bak doyamadım. Günümüz fotoğrafçıları ile karşılaştırmalı idi hem. Belki tam anlatamadım ama sözü görsellere bırakıyorum.

Pompey Sütunu imiş bu. İskenderiye.


Filistin, Kudüs... Sene 1839.


Güncel fotoğraflar...



Öğleden sonra Sultanahmet’te idim. Buraya uğramadan gidersem yarım kalırmışım gibi geliyor bana her İstanbul’a gelişimde. Topkapı civarlarından birkaç resim öncesi, Aya İrini...




Son resim ise Eminönü-Üsküdar Vapurundan.


unutmadım. 

23 Ocak 2020 Perşembe

Bu yakadan çıkamıyorum ;)

Merhabalar. Sabah erkenden Bahçeköy’de olan Atatürk Arboretumu’nda idim. Mevsim müsebbipli çıplak ağaçlar, sapsarı yapraklar...




Öğlen ise Kadıköy-Moda taraflarında idim. İstanbul Oyuncak Müzesi’ne gittim günün ilerleyen vakitlerinde. Göztepe’de tarihi bir köşk Sunay Akın tarafından müzeye dönüştürülmüş. Pekiyi de olmuş. Minikler aileleri ile oldukça keyifli zaman geçiriyorlardı. Ayrıca İstanbul’da olup da bu müzeye gitmeyen var ise aşk olsun derim... 

Biliyorsunuz benim alanım çocuklar. Acayip cezbediyor beni bu sebepten oyuncaklar. Ancak her yetişkinin içindeki o büyümeyen çocuğu da es geçmemek gerek. :)

Üç katlı bir villa. Çatı katı aşağıdaki gibi.



 Ben küçükken çok fazla seyrederdim Temel Reis’i... Despot Kabasakal’ı Safinazla her ıspanak sonrasında güzelce benzettikleri bölümleri kaçırmazdım hiç. Denizciydi Temel Reis, bilmem hatırlar mısınız piposuyla dümende gülümseyişini. :)


Bu kare ismim, tarafımdan görülünce çekilmiştir efendim. :D Meğer eski bir amerika çizgi serisiymiş. Bizde Fatoş olmuş adı sarışın ablanın. 


Hah! Evet işte sizlere güzel bir oyuncak... Yukarıdaki tahtalara demir teller ile bağlı figürler. Çocukların yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri adeta minyatür bir tiyatro... Bayıldım.


Aşağıdaki resim ise benim Hugo sevdamdan ve Quasimodo’yu görünce sevinçten çığlık atmamdan kaynaklı..,))

Evet yine sona geldik. En alt katta lattenizi içebileceğiniz cafesi bile var. Etkinlikler de yapılıyor çocuklar için bu arada. Görüşürüz yarına. :)


Az daha unutuyordum! Bana eşlik eden kitabı ve gece manzaralı bir İstanbul fotoğrafı ile bu yazıyı sonlandırıyorum efemm. :))




22 Ocak 2020 Çarşamba

Avrupa Yakasından Bildiriyorum

ben geldim, İstanbul’da güneş açtı arkadaşlar:D Çiçekler, böcekler neyse tamam abartmayayım bence de:D

Sabah Ortaköy’den başladım Sarıyer’e kadar yürüdüm :Dd valla ayacıklarım koptu ama sahil, martılar çok güzeldi napiim :D Sabancı Müzesi’ni gezdim. Osman Hamdi Bey’in eserlerine X ışınları tutmuşlar. Araştırma-İnceleme için. Öğleden sonra ise Beşiktaş’ta idim. Dolmabahçe falan... Gerisi bol resim, hoşça kalın. 


Denizanalarına bakar mısınız?









21 Ocak 2020 Salı

işte öyle bir şey


gelir gelmez denizin kokusunu içime çektim,
bağrıma bastım...
yedi tepesi de ışıl ışıldı
şehrin.

ya martılar?
ne demeli şimdi size?
sevdalınızın üstüne dönüp dururken...


18 Ocak 2020 Cumartesi

Max Frısch - Homo Faber




"Ertesi sabah parmaklığın kenarında durduğum sırada, yanıma gelerek dostumun nerelerde olduğunu sordu. Kimi dostum sandığı beni ilgilendirmiyordu, İsrailli ta­rımcıyı mı, yoksa Chicagolu papazı mı; kendimi yalnız duyduğum kanısındaydı, bana karşı nazik davranmak istiyordu, bundan vazgeçmedi, beni deniz ulaşımı, radar, yer kabartıları, elektrik hakkında konuşmak zorunda bı­raktı, şimdiye kadar bu konular hakkında hiçbir şey duy­mamıştı. Hiç aptal değildi. Şimdiye kadar hiç kimse Sa­beth adını verdiğim bu kız kadar, asıl adı Elisabeth'ti, korkunç geliyordu bu ad bana, "Maxwell şeytanı" diye adlandırılan şeyi bu kadar çabuk kavrayamamıştı."

   az evvel bitirdim kitabı... ve dedim nedir bu maxwell şeytanı? ya da önce biraz kitaptan  bahsedeyim. homo faber , 'yapan insan' demekmiş... walter bir mühendis. uçak yolculuğu ile  başlıyor kurgu. ancak iniş takımlarının bozulması ile uçak bir türlü inemiyor. bu arızadan evvel  Frısch bizimle ufaktan dalgasını geçiyor. ara inişte yirmi dakikalık bir mola süresi veriliyor.  faber ise bir türlü binmek istemiyor uçağa. lavaboda, barda oyalanıyor. son çağrıda ismini  duyduktan sonra bile oralı olmuyor. işin ilginci bunu neden yaptığını da bilmiyor... ancak  sonunda hostese yakalanıyor ve biniyor tekrar uçağa... itiraf edeyim ki benim en çok  eğlendiğim kısım burası idi. neyse, devam edelim...


"Olasılık (örneğin normal altılı bir zarla yapılan 6 000 000 000 atışta yaklaşık olarak 
1 000 000 000 birli­nin gelmesi) ve olası olmayan (örneğin aynı zarla altı atışta bir kez altı tekli gelmesi) özde değil, sıklık bakı­mından birbirlerinden ayrılırlar, bu arada en sık olan işin başından beri daha inandırıcı görünür. Ama bir kez olası olmayan olursa, bunda şaşılacak bir şey yoktur, mucize değildir bu ama birçokları bunu mucize olarak görmek ister. Olasılıktan söz ettiğimizde, olası olmayan da her zaman bunun içine girer ve bir kez bu olası olmayan görüldüğünde, şaşırmamız, korkmamız, mistifikasyona düşmemiz için neden yoktur."

  der Faber... işte o düşük olasılıklardan biri olarak uçakları zorunlu iniş yapar Meksika'daki Tamaulipas Çölü'ne ve 85 saat orada kalırlar. kitabın devamı ile ilgili hiçbir şey söylemeyeceğim. okuyunuz ve  adeta yutunuz derim yalnızca. ayfer tunç ve murat gülsoy pek çok şey söylemişler zira. video'dan ulaşabilirsiniz.

 şimdi başa dönelim. maxwell cini'ne... termodinamik ile ilgili çoookkk küçük bir olasılığı açıklayan kavrammış meğer... görmemizin mümkün olamayacağı kadar... yani biz soğuk ve sıcak suyu bir kaba döktüğümüzde su ılıklaşır değil mi? ancak maxwell trilyonda bir olabilitesi de olsa bir olasılık geliştirmiş. sıcak ve soğukların arasına cini koymuş ve termodinamiğin yasasına aykırı tezini öne sürerek sıcak ve soğuğu ayırmış... olamaz mı olabilir...