29 Haziran 2019 Cumartesi

24 Haziran 2019 Pazartesi

Beni Al

  

Bugünüm yarın olsa ya da hep yeni baştan
Yaşamak ne güzel olur hiç başlamamışsan
Geriye ne kalırdı yaşananları atsan
Seni bir daha yaşamak isterim aslında
Beni al kucağına elini belime sar
...

Biraz önce uyurken seni koynuma aldım
Dudağından öperken uykudan uyandım
Sana böyle uzakken seni bir daha sevdim
Yanına gelebilsem bir daha dönmezdim
....

Beni al kucağına
Üşürüm sabaha kadar 
Beni al kucağına
Üşürüm sabaha kadar 


Pinhani’nin en sewdiğim albümü
Tüm şarkılar tekrar tekrar dinlenilesi
Hele de

22 Haziran 2019 Cumartesi

Hayatın Anlamı - Schopenhauer


‘O ne içine Schopenhauer kaçmış gibi’ bizzat duyduğum bir laf öbeğidir efendim. Bu kitabı az önce bitirmiş bulunmaktayım. Alıntılar;

Haksız yahut kötü niyetli eylemler bunları işleyen in­san için yaşama iradesini olumlamasının gücünün ve dolayısıyla onu gerçek kurtuluştan, yaşama iradesinin yadsınmasından ve neticede bu dünyadan kurtulmaktan uzaklaştıran mesafenin bir işaretidir. Bunlar aynı zaman­ da onun kurtuluşa erişmezden evvel tedrisatından geç­mesi gereken uzun bilgi ve ıstırap okulunun da bir işa­retidir. Bu tür eylemlere maruz kalan insan bakımından bunlar, kabul, maddi bakımdan kötüdür, fakat metafizik bakımdan bir iyilik ve aslında faydalı bir şeydir, çünkü bunlar onu gerçek kurtuluşa götürmeye katkıda bulu­nurlar.


O zaman yaşlılık ve tecrübe el ele,
Götürür onu ölüme ve anlatır ona,
Böylesine acılı ve uzun bir arayıştan sonra Bütün hayatının yanılgılarla dolu olduğunu.


Bu arada gerek insanların gerekse hayvanların dünya­sında bu fevkalade büyük, çeşitli ve dipsiz devinimin iki basit dürtü -biri açlık diğeri cinsellik dürtüsü, belki bun­lara biraz can sıkıntısı da yardım edebilir- aracılığıyla ayakta tutulduğunu ve sürdürüldüğünü, bunların bu denli karmaşık bir mekanizmanın primum mobile'sini* biçimlendirecek, bu tuhaf varyete gösterisini sahnede tutacak güce sahip olduklarını görmek insanı şaşırtır.
Biraz daha yakından baktığımızda, daha başından in­organik maddenin varlığına nihayetinde onu tüketip bi­tiren kimyasal güçlerin sürekli olarak saldırdığını görü­rüz. Buna karşılık, organik varoluş ancak maddenin sü­rekli değişimiyle mümkün hale gelir ve eğer dışarıdan sürekli yardım almasa ya da tedarik görmese var ola­maz. Dolayısıyla kendi başına organik hayat parmak ucunda bir çubuğu dengelemeye benzer; sürekli hare­ket halinde tutulmalıdır; bu yüzden o ardı arkası kesil­meyen bir ihtiyaç, mütemadiyen yinelenen bir yoksun­luk ve sonsuz bir sıkıntıdır. Bununla beraber bilinç an­cak bu organik hayat sayesinde mümkündür.
* (İlk hareket ettirici, ilk dürtü.)


Ve buraya alakasız bir şarkı bırakıyorum;



21 Haziran 2019 Cuma

3’Ü BİR ARADA

1. LANETLİLER - THE DAMNED


YÖNETMEN: LUCHİNO VİSCONTİ
 Eman tanrem (: Ben bayılmak bu filme, o kadar doyurucu ki.. Gözümü kapattım tavsiyemi verdim (:
Burjuvazi saydamlıkları bir bir sıralanmıştır efendim; naif ya süper 👍 

2. OLASILIKLA ŞEYTAN - (LE DİABLE PROBABLEMENT)


YÖNETMEN: ROBERT BRESSON
Kötücül bir film bu, izlemesi keyifli ama.. Oldukça yakışıklı baylar ve güzel bayanlar mevcut (; Yönetmen için iyi bir başlangıç...

3. VREDENS DAG - GAZAP GÜNÜ

 

YÖNETMEN : CARL THEODOR DREYER

Tiyatro uyarlaması imiş, yine çok sevdiklerimden.. Orta Çağ havasını hissediyorsunuz; cadı avı, aşırı uçlardaki aşk ve nefret, yönetmenin diğer filmlerini de izleme kararı almış bulunmaktayım.
izledikleriniz ya da izlemeyi düşündükleriniz var ise bekliyorum yorumlara; benim için yaz tatilinin başlamasına son bir hafta kaldı, daha gezmeli tozmalı postlarda görüşmek üzere, mutlu kalın...



19 Haziran 2019 Çarşamba

O Thiasos (1975)


YÖNETMEN : THEODOROS ANGELOPOULOS

Dört saatlik bir serüven, çok çok beğendim, hatta bir numaram oldu belki de. Konu itibari ile; 1939-1952 yılları arasındaki Yunanistan’ı gezici tiyatro oyuncuları eşliğinde izleyiciye aktarıyor film.. Yukarıdaki resimde ‘Çoban Golfo’ adlı alegorik oyundan bir parça var; mesela bilmem kaçıncı kez bilmem kaçıncı yerde sergilerlerken oyunu; oyuncuların faşizme kurban gideceğini kim tahmin edebilir.. Angelopoulos ‘aç o gözünü, aç aç!’ diyor bizlere, yönetmenin izlediğim ikinci filmi olmasına rağmen bu ayı hatta belki bu yazı filmlerine adamaya karar verdim, davetlimsiniz efenim (:


Film bir müzikal edasında aynı zamanda. Dört mevsim gezerken Yunanistan’ı arşın arşın kah dans ederek kah şarkı söyleyerek umudu diri tutuyor yönetmen. Evet siyahlar çok bu filmde; tecavüz, ölüm.. Beyazlar da var ama; ama’yı pek sevmem ama... 
Gerek Nazi işgali, gerek İngiliz; biliyorsunuz yoğun bir işgalden geçer Yunanistan; hele bir de kendi içindeki komünizm savaşı da eklenirse...

Ezcümle yoğun bir sinematik söylem ve belki de buyruk izlemek isterseniz...

17 Haziran 2019 Pazartesi

16 Haziran 2019 Pazar

Yaz Okuma Şenliği


Günaydınlar; yıllardır katılmak istediğim okuma şenliklerine; doğum günümün de dahil olduğu yaz mevsiminde katılmak kısmetmiş. Siz de katılın; Yaz Okuma Şenliği

Listem aşağıdaki gibidir;

1. Kategori (10 puan) : İsminde YAZ mevsimini çağrıştıran bir kelime geçen yada olayların Yaz’da geçtiği bir kitap.

1. Kategori : Mitrofan’ın Ay Serüveni (Serüven çağrışım yaptı yaza:) Faddey Venediktoviç Bulgarin

4. Kategori (10 puan) : Beyazperdeye aktarılmış bir kitap.

4. Kategori : Sırça Fanus - Sylvia Plath / Filmi : Sylvia - Yönetmen - Christine Jeffs

5. Kategori (10 puan) : Orhan Kemal ya da Nurullah Ataç’dan bir kitap.

5. Kategori : Orhan Kemal - Eskici ve Oğulları

6. Kategori (10 puan) : Anton Çehov yada Tolstoy’dan bir kitap.

6. Kategori : Tolstoy - Anna Karenina, İngilizcemi ilerletmek için İngilizce baskısını okuyacağım, blogda inceleyeceğim kitabı, keyifli olur umarım ((:

8. Kategori (10 puan) : Bir şiir kitabı.

8. Kategori : Stephane Mallarme - Şiirler

10. Kategori (her kitap 10 puan, ekstra 20 puan) : Türk yada Dünya Klasiklerinden iki kitap.

10. Kategori : Platon - Devlet (felsefe aşkım devreye girdi;)

11. Kategori (her kitap 10 puan, ekstra 20 puan) : YKY yayınlarından herhangi iki kitap.

11. Kategori : Sessizlik Zamanı - Luis Martin - Santos / Örümceklerin Yuvalandığı Patika - İtalo Calvino

13. Kategori  (her kitap 10 puan, ekstra 20 puan) : Kapağındaki baskın rengin YEŞİL olduğu iki kitap.

13. Kategori : Babil Kitaplığı- Papini- Kaçan Ayna

14. Kategori ( her kitap 10 puan, ekstra 40 puan) : Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört  yazardan birer kitap. ( Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.)

14. Kategori : Beni en çok heyecanlandırana geldi sıra; Andrey Tarkovski - Şiirsel Sinema ve Jane Austen - İkna kitaplarını seçtim.

Bir de ben bu yaz hep bunu dinleyeceğim dostlar ;
Fatma

13 Haziran 2019 Perşembe

THE MIRROR - ZERKALO - AYNA (1975)




YÖNETMEN : ANDREİ TARKOVSKY

Otobiyografik bir film Ayna. Tarkovsky çocukluk anılarını görsel ve şiirsel bir şölenle sunuyor bizlere. Evrensel kümede ise ikinci dünya savaşı sonunda Rusya var...


‘Karanlık ve ölüm yoktur dünyamızda’ derken Tarkovsky; tanrısallığa el uzatırcasına bir yakarış içerisindedir adeta. Bu filmi de tüm bu güzelliklerin hakkını ifa edememek; suçluluk duymak bağlamında ele alabiliriz.



Zamansal açıdan geçmiş siyah-beyaz, şimdi renkli olarak gösterilmiş, aynı kadın Ignat’ın hem geçmişte annesini hem de şimdide sevgilisini oynuyor, babasını da Ignat’ın kendisi oynuyor şimdide. Birçok metafor var; Ignat’ın küçükken baktığı ayna, uzun uzun bakarken tekken çift olduğunu hatta daha çok olduğunu hissettirmesi, ‘ev’ figürü, babaannesinin evi çocukken kaldığı; sıcak mutlu bir yuva; sonra evin camının kırılıp bir kartalın uçuşunu izlememiz, artık anlatıcının büyüdüğü mesajı, süt; masumiyet, toprak; bereket, çoğalma.... vb. Bir müddet sonra duygu yoğunluğundan patlama durumu yaşayabilirsiniz(:

12 Haziran 2019 Çarşamba

Okuduğum



NADJA - ANDRE BRETON
bayılarak okudum bu eseri, imgelere , resimlere , gerçeküstücülerin üsluplarını sevenlere tavsiye ederiz (:

Kipattan azar azar;

Şimdi de üzerindeki güçlü etkimden, kendisini düşünmeye sevk etme yeteneğimden ve bir de her istediğimi yapmak, hatta belki de istediğimi sandığımdan da fazlasını yapma yeteneğimden söz ediyordu. Böyle söylemekle, kendisine karşı herhangi bir teşebbüste bulunmamamı diliyordu. Beni tanımadan çok öncelerinden bile, kendisini, içini okuyacak denli bilip tanıdığımı sanıyordu. "Çözünür balık"ın sonundaki diyaloglu kısa bir sahne, ki, manifestodan sadece bunu okuduğu anlaşılıyordu -zaten bu sahneye hiçbir zaman kesin bir anlam verememiştim, konuşan kişiler de bana öylesine yabancı, kıpır kıpır kıpırdamaları, mümkün olan en yorumlanmayacak cinstendi ki, sanki bir kum dalgasıyla atılıp geri çekilmiş gibiydiler- Bütün bunlar ona, bu olaya gerçekten de katıldığı ve rollerin en az karanlığı olan Hélène* rolünü oynadığı izlenimini vermekteydi.
* ... acaba birkaç zaman önce, Hélène Smith'le ilgili her şeye aşırı derecede ilgi duymamın nedeni de bu muydu? Buradan çıkarılacak sonuç, şu çok yakınlarda, bir rüyada birbirine alabildiğine uzak iki imgenin birbiriyle kaynaşması cinsinden “cinsinden bir sonuç olacaktır. "Hélène benim," diyordu Nadja.

...

(Kendisine, Berkeley'in, Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma’nın üçüncüsünün 1750 basımının başındaki vinyetin konusu olduğunu açıklamak zorunluluğunu hissediyorum. Bu imgenin, resmin altında bir de yazı var: "Urget aquas vis sursum eadem flectit que deorsum", imge, kitabın sonunda idealist tavrın savunması açısından temel bir anlam kazanıyor.)


The Letter (1940) - Ölüm Mektubu


YÖNETMEN : WİLLİAM WYLER


Kara film seçtim bugün sizler için. Oldukça beğendiğimi belirteyim; e tabi Bette Davis etkisi olsa gerek. Film daha açılışta şoka uğratıyor sizi, Bette Abla yağdırıyor kurşunları verandada bir adama, şimdi filmi bitirince düşündüm de; bu denli öfke kendi sonunu hazırlayacak nitekim...
Polis giriyor devreye; bana asıldığından vurdum, başka çarem yoktu, sahip olmaya çalıştı bedenime ama, kalbime asla diye ifade veriyor ablacık. Bir de çook şirin bi avukatı var he, ne sandınız ((:




Ve gizemli mektup girer devreye, yalançının mumu yatasıya gadan dabi. Efenim kurbanına aşk mektubu yolluyormuş meğersem bizim dişi kuş. Tehdit edilir yalnız bu kadında şeytan tüyü var benden demesi;  avukatı mesleği pahasına risk alarak şantaj olan parayı kuzu kuzu öder, o da hayran kuşuma ah ah.. Mahkemede paklanır bizimki. Evet, ablanın kocası neyim de ‘nerede ulan bizim değirmenin suyu’ diye işkillenir ve acı gerçekle yüzleşir. Amma velakin önce köpürüp hiddetlense de dedim ya anacım aşk bu aşk, seviyor garısını, affeder. Bizim Leyla önce bi sevinse de tekrar melankolik havasına döner; ben öldürdüğüm adama aşıım olm, benden sene yaarr olmaz gayrı, gara toprak paklar beni diyerekten zırlamaya başlar.. Ve acı son, drank diye şaplağı yersiniz böyle Bettecim, canım benim(:

8 Haziran 2019 Cumartesi

Funny Games (1997)



YÖNETMEN : MİCHAEL HANEKE

Uzunca bir aradan sonra Haneke izlemek kıyametten rol çalmaya benzer (: Filmin girişi rüya gibi başlıyor; mutlu çiftimiz, çocukları ve köpekleri... Yazlık için yola çıkıyorlar, gelgelelim evin kapısı çalınıyor (evet daha o an germeye başlıyor sizi film) beyazlar içinde biri anneden yumurta istiyor, komşu göndermişmiş, ilk kuşku hem kadına hem bize düşüyor ama şiddetli değil henüz.. Kaptığı gibi yumurtaları çıkan beyaz adam ne hikmetse kırıveriyor dördünü de..  Nasıl; arttı mı şiddetin dozu, durun canım daha yeni başlıyoruz. Nerde kalmıştık evet tekrar istiyor yumurta; kadın ihtiyacımız var diyerek vermeye yanaşmayınca bilerek telefonu suya düşürüveriyor beyazlı sen de benim hayallerimi suya düşürdün edasıyla.. Alıyor yenilerini, ailenin diğer fertleri kapıda beliriyor diğer beyaz adamla birlikte, e yeter ama yok mu bunların adları dediğinizi duyar gibiyim; Paul ve Peter (:


Kadın kocasına onları istemediğini söylüyor;  telefon düştü ya suya;kocası ise neden bu kadar büyüttüğünü anlayamıyor tabi olayı, ah abisi ne hınzırdır bunlar bir bilseniz... (canıyla öğreniyor ne yazık ki...)  Ne ise bunlar da ısrarcı olunca yumurtalar için adam işkilleniyor; bununla birlikte beyzbol sopasını da yiyor bacağına ve şiddet artarak devam ediyor film boyunca kapalı bir odada... Gelişme ve sonuç bölümlerine yer vermeyeceğim, izler misiniz izlemez misiniz size kalmış efendim...




Filmin genel havası ise bir tiyatro kıvamında gibi isminden de anlaşılacağı üzere; tv ve popülerliği yeriyor (reklamlar mesela) Haneke... Şiddet için kullanılan nesneleri birer oyuncak olarak nitelendiriyor; aslında şiddetin hiçbir şekilde ciddiye alınacak bir tarafı olmadığı, aşağılayıcı bir tarafının olduğunu, aşağılık insanların bu yola başvurduğunu gözler önüne seriyor.. Filmden birkaç epigrafla yazıma son verirken; daha söylenecek çok söz olduğunu hatırlatarak yorumlarınızı bekliyorum, sağlıcakla kalınız (:

Yerçekimi o kadar güçlü ki hiçbir şey kurtulamaz: Mutlak sessizlik.

Saat kaç bu arada?
Ne?
Sekizi geçiyor.
Şimdiden mi?

Eğer Kelvin yerçekimine meydan okursa evrenlerden birinin gerçek olduğu ortaya çıkar. Fakat diğerleri sadece kurgudur...


7 Haziran 2019 Cuma

SÖREN KİERKEGAARD


KAHKAHA BENDEN YANA



Asıl itiraz, doğabilimine bütün itiraz, yalın ve biçimsel olarak şu şekilde ifade edilebilir, evet: Bir tin olarak kendisi hakkında uzun uzun düşünmüş bir insanın, hayatının işi ve amacı olarak (ampirik malzeme içeren) doğabilimini seçmeyi düşünebilmesi inanılır gibi değil. Dikkatli bir bilim adamı ya bir yetenek ve içgüdü adamı olmalıdır, çünkü yetenek ve içgüdünün özelliği temel olarak diyalektik olmamasıdır, bir şeyler araştırıp bulup zeki olmaktır -kendini anlamak değil (ve bu şekilde, hiçbir şeyin ters gittiğini hissetmeden, mutlu mutlu yaşayıp gitmektir; çünkü gözlemlerin ve keşiflerin yanıltıcı çeşitliliği her şeyin karmaşasını sürekli örter); ya da ilk gençliğinden beri yarı bilinçdışı şekilde bir bilim adamı olmuş ve alışkanlıkla da öyle yaşamayı sürdüren biri olmalıdır -en korkutucu yaşam tarzı: Dünyayı keşifleri ve zekâsıyla büyülemek ama kendini anlamamak. Şu apaçık ortada ki böyle bir bilim adamı bilinçlidir, yeteneklerinin sınırları içinde bilinçlidir, belki de şaşırtıcı derecede kavrayıcı bir zihin, şeyleri bir araya getirme ve fikirleri ilişkilendirmede neredeyse sihirli bir gücü vardır vs. Fakat ilişki en fazla şöyle olacaktır: Seçkin bir beyin, yetenekleri bakımından eşsiz, doğanın bütününü açıklar -ama kendini anlamaz. Tinsel olarak yeteneklerinin ahlâki kullanımında kendine saydam olmaz. Fakat bu ilişki kolayca anlaşılacağı üzere septisizmdir (çünkü septisizm demek, bir bilinmeyenin, bir x’in, her şeyi açıklaması demektir. Açıklanmayan bir x tarafından her şey açıklandığında sonuçta hiçbir şey açıklanmamış olur). Eğer septisizm değilse o zaman batıl inançtır.


^^ Görsel, Paul Klee

5 Haziran 2019 Çarşamba

2’si Bir Arada

VAMPİR NOSFERATU (1979)


YÖNETMEN : WERNER HERZOG

Harika filmlerim vaaa (: Bu film öyle sıcak estetize edilmiş ki bitmesin n’’olur bitmesin diyeceksiniz tıpkı benim gibi. Korku filmi ama aşk için korku mesela, büyük bir aşk... Gönül rahatlığıyla izlemenizi öneririm.


LA RAGAZZA DEL LAGO (2007)


 YÖNETMEN:ANDREA MOLAİOLİ

Biraz İtalya yapmaya ne dersiniz? Hem de Alpler’de (: Çok tatliş bir polisimiz var bu filmde, göldeki cinayetin esrarını araştırıyor, yine güzel bir film, izleyiniz. Sevgiler...

4 Haziran 2019 Salı

lamma bada



يتثنى

لما بدا يتثنى

...

الا مالك الجمال
الا مالك الجمال
الا مالك الجمال
آمان
آمان
آمان

3 Haziran 2019 Pazartesi

3’Ü BİR ARADA


1.CHINESE COFFEE (2000)


YÖNETMEN: AL PACİNO

Kim Al Pacino seyretmek istemez ki, filmde yalınlık ön planda, iki orta yaş arkadaş (jake ve harry) ‘ın diyaloglarını izliyoruz.. Kimler yok ki sohbette; Tolstoy, Miller... Aslında hayatı sorgulatan bir film; iki arkadaşın hayatına giren sevgilileri, hastalıkları, başarısızlıkları.. Böyle konuştuğuma bakmayın hepsi umut vaadedilen bir çerçevede izleyiciye aktarılıyor. 

2.CARMEN (1983)


YÖNETMEN: CARLOS SAURA

Dans, müzik ve aşk.. Birçok uyarlaması yapılmış Carmen’in. Kısaca; Bizet’in bestelediği, İspanya’da bir çingene kızın hüzünlü aşkının sembolü olan opera Carmen. Ben bu filme bayıldım, gitar sesi hiç susmadı filmde. (:

3. SANS SOLEIL

YÖNETMEN: CHRİS MARKER (1983)


Belgesel tarzında çekilen Asya kıtasındaki birçok yere uğrayan bizi de götüren (: götürürken insanlara, olaylara şiirsel ve çarpıcı bir yorum katan hafiften sarsılabileceğiniz dört dörtlük bir film, oh be (:

2 Haziran 2019 Pazar

Françoise Sagan-Günübirlik Acı


Zekice, ‘ölüm’ temasını öyle matrak anlatmış ki ; elimden bırakamadım.. Kanser olan ve 6 ay ömrü kalan kahramanımızın önce  karısı ve sevgilileriyle olan diyalogları sonra aynı zamanda mimar olduğundan eski sevgilisinin eski sevgilisi olan adamın kulübe düzenleme işini kabul etmeyişi ( sebep olarak da vereceği iş için adamın isteksiz olmasını gösterdi :) , parktaki okuduğu kitabını düşüren çocuğa nazikçe dayılanması vb. eğlenceli olaylar silsilesi anlatılıyor. Birkaç paragraf;

İşte böyleydi. Ölüm de yaşam gibi saçmaydı, ama kimse onun son aylarını bu saçmalığın nedenini aramak için harcayacağını sanmasın. Hayatını kazanmaya başladığı yaştan beri, yaşadığı ilişkilerin dörtte üçünde yaşamını ‘nasıl’ sorusunun yanıtını aramakla geçirmişti. ‘Nedenler’ yeniyetmelere ya da profesyonel düşünürlere aitti. ‘Nedenlerin’ ölümlülere yani gelecekteki ölülere ait olduğunu kanıtlayan hiçbir şey yoktu;

Bu korunmasız canlı âlemde, sadık ve saf hayvanlar hemcinslerinize katlanmanıza ya da onlarla hiç ilgilenmemenize yardımcı olurlar. Bir köpek! Altı aydır bir köpeği olmasını istiyordu ama bugüne kadar bundan hep kaçınmıştı. Öncelikle, mobilyalarının narinliğini ve tabii ki halıların rengini ileri sürerek itiraz eden Helene vardı. Sonuç olarak, bugün, bu istekten vazgeçmek zorundaydı, niçin çabucak terk edeceği bir köpeği severek onu da yokluğuyla üzsündü? Köpek, bir köpek gibi acı çeken Matthieu’nün ıstıraplarından acı çekerdi. Bunu çok daha önce yapmalıydı, o zaman şimdi yüzünü sıcacık tüylerin arasına gömebilirdi - ve daha sonra, iki ayaklı ya da dört ayaklı, hiç fark etmez, bir canlı varlık tarafından özleneceğinden emin olabilirdi…

Çocukları yoktu. Helene’in çocuğu olmuyordu -ama Helene bunu bilmiyordu- çünkü Matthieu, bir çift için aşağılayıcı bulduğunu söyleyerek gerekli incelemeleri yaptırmamıştı, bunu Helene için yapmıştı. Çünkü Matthieu kendisine tıpatıp benzeyen küçük bir kızın babası olduğunu biliyordu. Kısır olan Helene’di, ama Matthieu, Helene’e bunu söyleyip söylememeye bir türlü karar verememişti. Ve doğal olarak da, Helene kısırlığı ona mal ediyor, yalnızlıklarından Matthieu’yü sorumlu tutuyordu.

1 Haziran 2019 Cumartesi

LA CHİNOİSE (1967)

YÖNETMEN: JEAN - LUC GODARD

Çok sevdiğim yönetmen filmlerini izlemeye devam ediyorum, herkese selamlar. Bu filmin açıklanmaya ihtiyacı yok, her repliği bir kitap mahiyetinde zira... Ben de sizler için tekrar yazacağım bir kısmını...




Onlar fotoğraflarını çekedursun, çocuk sargılarını yavaş yavaş çıkardı.
Sonunda bütün sargılar çıkınca, bir de baktılar ki yüzünde bir şey yok.
O zaman tabii gazeteciler homurdanmaya başladı.
Bu Çinlilerin de hepsi numaracı. Şaklaban bunlar. Ne bu rezalet böyle?
Ama onlar işin özünü anlamamıştı.
 Bunun tiyatro olduğunu anlamamışlardı.
Gerçekliği yansıtmak anlamında hakiki tiyatro.
Yani Brecht ya da hatta Shakespeare gibi bir şey.


Şiirde Mayakovski, sinemada Sergei Eiseinstein ve sosyalist bir sanatın tanımını ortaya koymak için savaşanlar ... kış sarayının alınmasından iki ay sonra emperyalist dili kabul eden Troçki ve diğerleri tarafından sırtlarından hançerlenmiştir.

Sanat, görünür olanı yeniden üretmez. O görünür kılar.
Mısırlılar dillerinin tanrıların dili olduğuna inanırlarmış. Bunu kanıtlamak için, bir gün yeni doğmuş çocukları her tür toplumsal ortamdan kopuk bir eve kapatmışlar. Kendi kendilerine Mısırca öğrenip öğrenmeyeceklerini görmek istemişler. 15 yıl sonra gelip bakmışlar. Bir de ne görsünler? Çocuklar aralarında konuşuyormuş konuşmasına da koyunlar gibi meleyerek. Biz de kendimize bir daireye kapatmıştık ya. Marksizm - Leninizm de bizim için biraz koyunlar gibiydi işte.


D. H. LAWRANCE - ÖLEN ADAM




Şiirsel dilinden dolayı, tabi burada çeviri (Bilge Karasu) önemli etken zaten ödüllü de, İsa’nın mezarından kalkıp farklı bir yaşamı tatması fikrinden ötürü( birçok kalıplaşmış hikayenin tersine işleyen bir İsa ), yani hem üslup hem kurgu açısından çok beğendiğim bir roman oldu, neden daha önce okumadım diye hayıflandım... Tek okuma da yetmez, birkaç defa daha okurum..

Olay Kudüs’te geçiyor, Köylü bir çifte ‘Yalnızdı, ölmüş olduğu için yalnızlığın bile ötesindeydi’ diyerek tanımlanan bir adam konuk oluyor, ölü tabii... Korkuyorlar önce ama elden ne gelir diyerek kabul buyuruyorlar evlerine. Bu birinci kısım. İlk kısımda varoluşun bir seyir hâli var, ‘Beni tez gömdüler, onun için yeniden hayata döndüm. ‘ derken sığınılan ev sahibesi Magdalena gözyaşlarını tutamaz... Bu evde yer, içer, insani özelliklerine kavuşup evin beyinden bir miktar para alıp yolllara düşer.

Ölü adam, ‘Tanrı’ya gitmeliyim’ diyerek ayrılırken çiftin yanından ikinci kısım başlıyor, Lübnan’da bir hanıma rastlıyor. İsis’i arıyor, Ulu İsis’i, buluyor da. Sıradan bir rahibe olan kadın O’nun Osiris olduğuna kanaat getiriyor, burada bir cümle beni çok etkiledi; Kadın;
Osiris değil misin diye sorunca;
‘Ölümün uzak tutuşu hâlâ üzerimde , ondan kaçamıyorum’ diye cevap veriyor. 

Ölmüş olan adam kitabın sonunda diriliyor, kadına bir can vererek; ancak yine tek devam ediyor yoluna yeni dirimler için...