“İşte ben bu duygular içindeyken, gecenin ortasında sıradan bir anda, rastlantıyla Füsun ile göz göze geldiğimde, beni oraya o akşam getiren asıl nedeni, Füsun’a duyduğum bitip tükenmez aşkı bir anda sanki yeniden hatırlar, bir an uykudan uyanır gibi doğrulur, heyecanlanır, canlanırdım. O onlarda Füsun’un aynı heyecanı duymasını isterdim. Bir an, o da benim gibi bu masum rüyadan uyanırsa, bir zamanlar birlikte yaşadığımız daha derin ve hakiki âlemi hatırlayacak ve kısa sürede kocasını bırakıp benimle evlenecekti. Ama Füsun’un bakışlarında böyle bir “hatırlama”, bir “uyanış” göremez, sonu yerinden kalkamama buhranına varacak bir kalp kırıklığı hissederdim.”
Herkese merhaba, yine bir film incelemesi ile karşınızdayım zira daha söyleyeceklerim bitmedi! Film, Julio Cortazar'ın kısa bir hikayesinden uyarlama, "Las babas del diablo". 'Blow-up' ise fotoğrafçılıkta kullanılan bir terim; esas fotoğrafın belli kesitlerini büyütme işlemi de diyebiliriz.
Thomas, Londra'da yaşar, ekseriyetle moda fotoğrafları çekerken, aynı zamanda editörüne(Ron) yoksulluğun şiddeti ile dolu portreleri kapsayan bir albüm yetiştirmeye çalışır. Bu sırada Maryon Park'da fotoğraf çekerken orta yaşlı bir çiftle rastlaşır... Kitabı için biraz huzur ve sessizliğe ihtiyaç olduğunu sezen kahramanımız fırsatı kaçırmaz.
Çiftin resimlerini çekmeye koyulur. Olup bitenlerden habersiz çift, kumrular gibi koklaşmaktadır parkın bir tarafından diğer tarafına... Sonra nedense -filmde adı verilmemiş ama senaryoda Jane olarak geçiyor..- Jane'in davranışlarında bir tuhaflık sezer izleyici... Korkudan kaçar gibi uzaklaşır sevgilisinin kollarından, işte bu esnada Thoma ile karşılaşırlar... Ve sonra Thomas'ın makinesinden art arda shot sesleri gelir kulağımıza...
Hemen resimleri geri ister Jane, ama Thoma sadece işini yaptığını ve diğer kızların bunu yapması için üstüne bir de para verdiklerini söyleyecektir... Şimdi parktan biraz uzaklaşıp antikacıya uğrayalım mı? Susan Brodrick, antika dükkanının sahibesi..
Artık sıkıldığını ve diyar-ı terk edeceğini söyler bizimkine... Bizimki de 'Nereye?' der, önce 'Nepal' cevabını verir, bizimki durur mu hiç, 'orası antika dolu' deyince bunun üzerine 'Morocco' cevabını alır Susan'dan... Yine Thoma da editörüne Londra'dan sıkıldığından ve gideceğinden bahseder...
Biraz bohem biraz fütüristik bir hava hakim filme ve en önemlisi de 'belirsizlik'... Ama bu konuya sonra döneceğiz, evet bizimki bir pervane alır çıkar antikacıdan, parasız olmasa dükkanı da alacaktır ama neyse...
Bu arada Jane ne yapar eder bulur bizimkinin evini. Fotoğrafları ister, hatunla sohbet ederlerken kanı kaynamaya başlar bizimkinin... Neyse ki makineyi kaptırmaz, efenim, geçiyoruz buraları...
Kadının istediği negatifleri kesen ve iyice meraklanan Thomas filmleri banyo ederek bu denli önemli olan ve belki de göremediği bir 'şey'i arar resimlerde...
Nihayetinde bulur da... Tabanca tutan birini ve yerde yatan cesedi belli belirsiz görür foto filmlerde... Bir cinayet işlenmiştir çalıların hemen arkasında... Yasak ilişki yaşayan Jane'in pür telaş tavırları da böylece bir anlam kazanır...
Bir gece vakti hemen parka koşarak cesedin izini sürer... Ceset tam yerinde boylu boyunca uzanmaktadır... Bu adam, kadının sevgilisi de olabilir, olmayabilir de...
Ne dersiniz, epey benziyorlar... İşte burada bir kafa karışıklığı yaşamadım değil, şayet 'bu adam', 'o adam' ise Thoma fotoları çekerken ne ara tabanca ateş aldı da yere yığıldı? Filmi izleyenlerden yardım bekliyorum bu hususta... Kimi yorumculara göre ise cinayet hiç işlenmemiş olabilir, yani 'izlediklerinizin tamamı hayal ürünüdür' gibisinden... Film içinde film... Sahi. Ne dersiniz?
Ne hikmetse o akşam yapışık ikiz gibi dolaştığı fotoğraf makinesi de yoktur yanında kahramanımızın... Ertesi sabah makinesini de yanına aldığında ise cesedin yerinde yeller esiyordur... Ve geldik efsane final sahnesine...
Ne yalan söyleyeyim, şimdiye kadar izlediğim en dehşet finallerden biriydi... Ağız açık, tüyler diken diken izledim 'hayali tenis maçı'nı... Yönetmen, sinemayı öyle güzel özetlemiş ki... 'Hepsi bir oyun, -mış gibicilik' der gibi... Biz inandık, oynadık çektik, siz de inandınız, izlediniz ettiniz... Yayında ve yapımda emeği geçenlere teşekkürler...
Poe, iki düşman ailenin hikayesini anlatıyor bu öyküsünde. Konusu ise reenkarnasyon, ruh göçü, yaşam döngüsü vs. adına ne derseniz...
Ruh "bir bedende ancak bir defa bulunur. Bu yüzden bir at, bir köpek ve hatta bir insan bu varlıklara yanıltıcı bir benzerlikten başka bir şey değildir."
Berlifitzing ve Metzengersteinler, ezeli düşmanlar üstelik Macaristan gibi bir yerde karşılıklı kaleleri bulunan komşular da birbirlerine... Metzengersteinlerin varisi genç Baron Frederick ve av düşkünü ihtiyar Berlifitzing Kontu Wilhelm...
Eski bir kehanet "Atının üzerindeki bir şövalye gibi, Metzengerstein ölümlülüğü Berlifitzing ölümsüzlüğüne üstünlük sağladığında, büyük bir isim, müthiş bir düşüşe maruz kalacak."
Genç Baron sınırsız servetinin de etkisiyle zalimlikte sınır tanımamaktadır...
"Huyu suyu böylesine iyi bilinen, bu kadar genç birinin böylesine görülmemiş bir servetin sahibi olması, onun ileride ne şekilde davranacağı hususunda tahminler yürütülmesine yer bırakmıyordu. Gerçekten de üç gün gibi kısa bir sürede, yeni varisin davranışları Herodes'e* rahmet okuttu ve en coşkulu hayranlarının bütün beklentilerini fersah fersah aştı"
Kontun acımasızlığı öyle ayyuka çıkmıştır ki Berlifitzinglerin kundaklanmasında parmağı olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştır. Yangın esnasında Baron, dışarıdan gelen çığlıkları duyarken bir taraftan evinde inzivaya çekilmiştir... Atalarından yadigar duvar halılarını inceler, düşman tarafın Sarazen** bir atasına ait devasa, renkli bir at gözüne çarpar. Sahibinin, Metzengerstein'in atasının sapladığı kılıçla can verirkenki atın çehresi bir an sonra adeta bir insanmışçasına müthiş öfkeli bir hal alır... Attan gözlerini ayıramamakla beraber korkuya kapılan Metzengerstein, derhal oradan uzaklaşır.
Şatonun dışında üç seyis, kızıl ve heybetli bir atı sakinleştirmeye çalışmaktadır. Barona, atı yanan ahırdan bulduklarını ve oradakilerin hiçbirinin atı daha önce görmediklerini söyledikleri için yanlarında getirdiklerini açıklarlar. Atın alnında ise açıkça görülen W.V.B(William Von Berlifitzing) damgası bulunmaktadır... Belki de kışkırtılan, daha da hırçınlaşan Baron, atı himayesine alır. Tam o esnada içeriden gelen yardımcı goblen halıdaki bir figürün kaybolduğunu haber verince beti benzi atan Metzengerstein, odanın derhal kapatılmasını ve anahtarın kendisine verilmesini emreder...
Ve ata gittikçe daha çok bağlanan Baron, artık kimseyle konuşmaz gözü de kimseyi görmez olmuştur... Bir sabah erkenden atın sırtına atlar giderken Metzengerstein sarayı alevler içinde kalmıştır... Halk endişeli bir şekilde bekler, gözler sanki birazdan olacakları sezermiş gibi pür dikkat Baron'u aramaktadır... O sırada müthiş bir süratle gelen, atını kontrol edemediği apaçık ortada olan Metzengerstein, alevlere doğru uçarcasına yol almaktadır. Nihayetinde at, yangının tam ortasına dalar ve alevlerden arta kalan dumanda görüntüsü belirir...
Evet dostlar, kendini gerçekleştiren kehanet mi dersiniz, kader mi yahut da karma... Sahi ne dersiniz siz bu duruma? Sağlıcakla...
*İsa'nın çarmıha gerildiği sırada kral olan Herodes değil, İsa'nın doğumu sırasında hüküm süren sefahat ve katliamlarıyla ünlü kral. Ölümü M.Ö. 4.
**Ortaçağlarda yaygın olarak Arap ya da Müslüman anlamında kullanılmıştır.
Trier'i nasıl bilirdiniz, sizi bilmem ama biz iyi anlaşıyoruz yönetmenle. Şimdi 2013 yapımı bir nemfomanyağın hikayesine göz atalım mı, Trier gözünden?
Yahu, nedir bu nemf dediğinizi duyar gibiyim... Nemf, bir böceğin hayatının ilk evresindeki hâlidir. Joe'nun yaşamına çocukluğundan itibaren misafir olacağız birazdan, dikkat kemerlerinizi sıkı bağlayın!
Çocukluğundan itibaren meraklı ve duyuları oldukça gelişmiş olan Joe genç kızlık döneminde bekaretini bozacağı erkeği random seçer: Jerome.
'15 yaşındaydım ve belki de bir kız olarak romantik beklentim biraz fazlaydı.'
Bu ilk tecrübesinden beklediği romantikliği bulamayan kahramanımız, ilişkilerine herhangi bir duygudan yoksun bir şekilde devam eder... Soğuk nevale yani bir nevi bizim Joe, bu arada filmin başında yoldan geçerken yaralı bir şekilde kurtarılır Seligman tarafından. Hayat hikayesini ise Seligman'ın, daha çok bir rahibin yuvasına benzeyen evinde anlatmaktadır, ya da ikili dertleşmektedir de diyebiliriz...
'-Daha adını bile bilmiyorum. Benimki Seligman.
-Ne boktan bir isim böyle?
-Yahudi ismi.
-Dindar olmadığını söylemiştin.
- Değilim ama büyükbabam öyleymiş.
Ailem de bana bu ismi Yahudiliğe olan duygusal çağrışımından dolayı vermiş.
Biz her zaman Siyonizm karşıtıydık.
Bu, Yahudi karşıtı olmak anlamına gelmiyor.'
İkinci bölüm olan Jerome'da, Joe ile Jerome tekrar karşılaşacaklardır ama bu defa iş ortamında. Jerome, Joe'nun patronudur artık. Sürpriz karşılaşmadan sonra Jerome, Joe'ya yakınlaşır ve fakat Joe'nun kafa, marjinal arkadaşı B. ile beraber bambaşka yerlerdedir...
'Kendimizi aşkın hakim olduğu bir topluma karşı mücadele etmeye adamıştık. Benim için aşk, kıskançlık eklenmiş tutkudan ibaretti.'
Neyse ki bizim Joe'nun henüz taşlaşmamış kalbi bu kadar ısrara dayanamaz ve Jerome'a bir mektup yazar, tabi ki geç kalmıştır, yeller esiyordur Jerome'un yerinde... Canım bizim fani Joe'da aşkı tatmıştır işte bir şekilde... Üzülür, kırılır ama hiç hız kesmeden -av-lanmaya devam eder... Gelin. Joe'ya kulak verelim nasıl tanımlıyor nemfomanyasını:
'-Bazı insanlar bağımlıyı suçlar. Diğerleri ise bağımlıya acır. Ama benim bağımlılığım arzudandı, ihtiyaçtan değil.
-Öyle sanıyorsun, değil mi?
-Etrafımdaki yıkımın da sebebi arzumdu. Gittiğim her yerde. Bağımlılık, bazen nihayetinde empati eksikliğine yol açar. Aynı anda bir aslanla çalışıp, çocuklarının burnunu temizlemezsin. Benim için nemfomanya, kalpsizlik demekti.'
Şimdi bir Poe'ya kadar uzanıp geleceğiz, çocukluğundan itibaren çok sevdiği babası hastadır zira ve Joe için sıkıntılı. kasvet dolu günler beklemektedir kapıda...
'Feri sönmüş, karanlık ve sessiz bir sonbahar gününde
Babasını kaybeden Joe için hayat yeni numaralar hazırlamaktadır. Jerome ile tekrar karşılaşırlar, Joe ile babasının sürekli gittiği parkta... Burada bir parantez açmak istiyorum. Babasının, doğaya, ağaçlara bilhassa dişbudak ağacına olan sevgisi göz yaşartacak cinsten, filmi izlemiş olanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.
'Bach'ın ismindeki harflerin, nümerik değerlerinin toplamı 14 eder. Bestelerinde sıklıkla kullandığı bir sayı. Bach'ın ismindeki en zekice şey ise, her harfin karşılığı olan sayının Fibonacci sayılarından biri olmasıdır.'
Son bölümde işin içine bir de Bach girer... Bach, polifoni ustası, birbirinden tamamen farklı fakat hep beraber tamamlayıcı olan üç ses polifoniyi yaratır. Bu seslerin toplamı ise; Contus Firmus'u. Bunun adına sabit ilahi denir. Küçük Org Kitabı'ndan. 'Seni çağırıyorum, Hazreti İsa.' İçeriği esasında bir ilahi ama Bach yeniden düzenleyip biraz da süslemiş.
Efenim Joe'da aşkta -gizli bileşen- olan 'sevgi' ile tanışıp Jerome ile mutlu mesut olacak-mıdır? Bilmiyorum. Bilemiyoruz, devam filmine bi'bakınmaya ne dersiniz cevap için? İzledi iseniz şayet muhakkak bekliyorum yorumlara, sağlıcakla kalın, sevgilerimle...
Dipnot: Charlotte Gainsbourg'a saygı duruşunda bulunuyorum, muhteşem oyunculuğu için...
Beni sahalara indiren mükemmel bir filmle karşınızdayım. Aslen filmi yıllar evvel izlemiştim vefakat 'nereden estiyse' birkaç haftadır ardarda tekrar izliyorum zira izlemelere doyamıyorum... Ve artık dedim ki, fatoş kızım, bu senin filmin, bunu yaz-malısın, e hadi ne duruyorsun? :D
Efendim filmimiz 68'in sonlarında Paris'te sinefil üç genç arkadaş -ki hemen parantez açalım burada; biri amerikalı(matthew), diğer ikisi ise ikiz kardeşler(theo ve isabelle)- arasında geçer... 68 sonu olayları için sizleri şöyle alalım.
Öyle bir film düşünün ki her sahnesi başka bir kült filme öykünen. Filmin adı 'Dream' zaten film içinde film gibi... Yirmili yaşlardaki bu gençler öylesine benimsemişler ki -sinema-yı her filmi perdede en ön koltuklardan nefessiz izliyorlar... Amerikalı Matthew, Paris'e bir yıllığına Fransızca öğrenmek için gelmiştir;
'Niye bu kadar yakın oturuyoruz? Görüntüleri halâ yeni ve tazeyken ilk olarak biz görmek istediğimiz için olabilir. Arkamızdaki koltukların tozlarını temizlemeden önce. Sıra sıra, izleyici izleyici, arkaya yayılmadan önce... Belki de perde, gerçekten bir perde görevi görüyordu. Bizi dünyadan gizliyordu.'
Ve artık üçlünün dünyası perdeden taşar... Matthew'in Isabelle'e 'nerelisin' diye sorduğunda alacağı cevap 1960 yapımı jean-luc godard filmi olan a bout de souffle'den bir kesitten;
'-New York Herald Tribune' olacaktır...
Üçlünün Louvre Müzesini koşarak 9 dakika 43 saniyeden az bir sürede gezmeye çalışması ise yine bir godard filmi olan band of outsiders'deki rekoru kırmak istemeleri... Ve koşunun başarıya ulaşması sonucu Isabelle ve Theo, Freaks(1932)'deki düğün resepsiyonuna öykünerek 'We accept him, one of us,' diyerek Matthew'i aralarına kabul ederler...
Ve daha nice film referansları veren bu efsaneyi muhakkak izlemenizi tavsiye ederim. İzleyenleri ise yorumlara bekliyorum efenim, hoş kalın, sinema ile kalın... = ))
epeydir uğra-ya-madım canım okur... evet, sonra dedim ki yahu fatoş sen doğum günlerini yazardın buraya... bu yıl yazacak pek bir şey yok sahi siz ne alemsiniz? he he, yok efenim otuz olmadım daha ne münasebet?
Ben bu şarkıya anlam bağlamında değil de ezgisi beni başka bir dünyaya sürüklediği için güzel sesli kadın Brigitte Bardot'dan Un jour comme un autre cevabını vereceğim...
14) Herkesin dinlemesi gerektiğini düşündüğünüz bir şarkı.
Cohen'siz bir liste eksik kalırdı: In My Secret Life gelsin o zaman...
15) Bugün hala bir arada olmasını arzu ettiğiniz gruptan bir şarkı.
Seksenlerden bir avangart caz grubu The Lounge Lizards oldu seçimim. Tamamen itunes listemle alakalı bir durum yoksa grup hakkında geniş bir bilgiye sahip değilim.. =)
Belki bazılarınız hüzünlü bulabilir... Fakat benim çok sevdiğim bir şarkı hem yunan müziklerinin hastasıyım da...
10)Yeniden yorumlanan (cover) bir şarkı.
Önce orijinalini paylaşayım ki hala benim favorim bu orijinal versiyonu. Tuxedomoon'dan In a Manner of Speakıng...
'Oh, give me the words
Give me the words
But tell me nothing
Ohohohoh give me words
Give me the words
That tell me everything'
Birçok kez coverlandı bu şarkı... En sevdiğim cover ise Nouvelle Vague'den geliyor:
11)En sevdiğin klasik müzik parçalarından bir tane seç.
Ağzınla kuş tut deseydin daha iyiydi Zihinciğim... Vallahi şaştım kaldım bu soruya; Swann Lake mıdesem Messiah mı desem Borodin'den mi söylesem yoksa Requiem'imi...
Sonunda Ave Maria'yı söyleyeceğim kimin aklına gelirdi ki, di mi... =)
12)Karaokede biriyle düet yapmaktan hoşlandığın bir şarkı.
İşte güzel bir madde olmuş bu. :) Cevabım belli benim, sözlerini, hikayesi ve atmosferini, büyüsünü çok sevdiğim bir karaokelik şarkı Copacabana!!
Başlangıçtan itibaren çarpmıştır bu şarkı beni... Bakmayın siz kıpır kıpır müziğine esasen çok hüzünlü bir hikayesi var...
Yalan yok, biraz düşündüm maddede... Zira o kadar çok ki; peki o halde son dönem keşiflerimden olan dinlemekten büyük keyif aldığım bir remix parça bırakıyorum buraya...
6)Yolda giderken dinlenesi bir şarkı.
Mathias Eick işlerini seviyorum, cevabım Edinburgh bu maddeye...
7) Dinlemekten usanmadığın bir şarkı.
Fazla söze gerek yok...
8)Yetmişlerden bir şarkı.
Biraz itunes listemi karıştırdım bu şarkı için, Santana'dan geliyooo!!
Efenim; merhabalar... Baktım da son yayın yirmi üç şubatta imiş oysa bu blogun kaderi bu olmamalı dedim ve geçtim pc başına... Neler yapıyorsunuz? Ben sonunda bir kitabı bitirebildiğim için çok mutluyum... =))
John Fowles methini Büyücü ile duymuştum esasen fakat kitaplığımda koleksiyoncu var idi... Bu kitap ile yazarın dünyasına giriş yaptım ve devamı muhakkak gelecek diye düşünüyorum... Uzun zamandır bir kitap elimde sürünmeden akıp gitti... The Collector, 1963 yılında Münir Göle çevirisi ile yayınlanan müthiş keyif alarak okuduğum bir ilk roman...
Gelelim konusuna... Miranda'nın Caliban yakıştırması yaptığı, büyük ikramiye talihlisi orta sınıf genç adamın Londra'ya birkaç saat uzaklıktaki ıssız bir yere güzel ve asil Miranda'yı kaçırması ile gelişen olaylar diyebiliriz... Caliban'dan;
'Oraya esrarengiz bir misafiri barındırmaya uygun bir yer olup olmadığını görmek niyetiyle gitmediğimi bir kez daha belitrmek isterim. Niyetimin ne olduğunu gerçekten söyleyemiyorum.
Bilmiyorum, işte o kadar! Yaptığımız şeyler, daha önce yaptıklarınızı belirsizleştirir.'
Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölümdeki olaylardan Caliban'ın ağzından ikinci bölümdekilerden ise Miranda'nın tuttuğu günlükten haberdar oluyoruz... Sonuç bölümü ise epey hüzünlü... Bir de ayrı bir parantez açmazsam olmaz ki o da Miranda'nın kendinden yaşça epey büyük G. P. 'ye olan aşkı...
'Her şey değişiyor. G. P.'yi düşünüp duruyorum: Onun ve benim söylediğimiz şeyleri ve ikimizin de birbirimizi gerçekte asla anlamadığımızı. Hayır, sanırım o anlıyordu. Olasılıkları benden çok daha çabuk ortaya koyabiliyordu. Bu mahzende çok çabuk büyüyorum. Mantarın yerden bitmesi gibi. Yoksa dengemi mi yitirdim diye düşünüyorum. Belki de hepsi bir düşten ibaret. Ama kalemin ucunu etime batırdığımda canım yanıyor. Belki düş içinde düş görüyorum.
Şimdi kapıda belirseydi, kollarına atılırdım. Haftalar boyunca ellerimi bırakmasın isterdim. Yani onu öteki şekilde, onun arzuladığı şekilde sevebileceğime inanıyorum şimdi.'
Falan filan işte... Sizler okudunuz mu kitabı şayet okumadı iseniz bi'bakın derim ben... Birçok filme ve diziye başlayıp bitiremiyorum yine... =)) Hepsine ayrı bir post yazmayı düşünüyorum izledikçe... Daha sık görüşmek dileğiyle; sevgiler!
Ciddi anlamda boşladım blogu. Siz takipçilerimden özür dilerim yürekten. Gayet iyiyim aslında zaman bulamıyorum hepsi bu.... Fakat açığı kapicaz hep birlikte...=D
Ama önce hele bir dinleyiniz şu muhteşem şarkıyı, ayın özeti ay bitmeden gelecek, fatoş sözü....=D
Herkese saygılar, neler yapıyorsunuz? Biraz bakındım da ooo her yere kar yağmış yahu! Ben güneydoğuda yağmura şükrediyorum efenim... :) Pek şahane bir kitap okudum, tabi ya, Melekler Erkek Olur... Künye ile başlayalım mı? Yazarımız Hamdi Koç... Ben dk'dan okudum ve elimdeki yirmi beşinci baskı... Romanın ilk baskısı ise 2002 yılına ait efendim.
detaylar...
Murat Bey; orta yaş kimlik bunalımı yaşıyor... İyi bir şirkette ve iyi bir pozisyonda çalışıyor, evli, mutlu ve çocuklu... Derken Selma devreye giriyor Murat'ın dünyasına ve olaylar olaylar... Şöyle söyleyeyim yazarın burada kullandığı samimi üslup gerçekten etkileyici idi... Mesela;
"Huzur'un nerede olduğunu hatırlayamadım. Karım eski diye onu da atmıştır ve ben yıllarca fark etmemişimdir.(Yazar burada tanpınar'ın huzur'undan bahsediyor.) Olsa, dursa, hatırlardım. Yerine koyabilir miydik, parayla? Yeni bir Huzur alabilir miydik? Aynı şey olur muydu? Benim kendi eski kopyam, tarafımdan okunmuş, belki beğenilmiş, içine adım ve zamanım yazılmış, daha saatleri ayarlamayı bilmediğim zamanlarımda. İzin verdik demek ki, atılmasına."
gibi... Muhakkak okuyun derim ve kitap alamadan duramıyordu... Bu sene Nermin Bezmen'e giriş yapayım dediydim de Sır kitabını aldım henüz... Biri beni bilgilendirebilir mi, doğru mu yaptım bu kitabı seçmekle? :)
Yine bu sene el atmayı düşündüğüm bir diğer yazar olan Fakir Baykurt'dan On Binlerce Kağnı'yı satın aldım... Hemen foti ekleyeyim, adettendir...
Gelgelelim filmlere...The Love Witch(2016), IMDb puanı 6,2. Benim filme puanım ise 9. Çok sevdim, filmde aşkı arayan bir kadının türlü ya da gizemli serüvenlerini izleyeceksiniz... Cadı filmi değil salt. Elaine eşi tarafından terkedilince sihir, büyü işlerine merak salıyor ve...
Yine bu ay Daniel Day-Lewis'li Phantom Thread(2017) ve Audrey Tautou'lu Coco Before Chanel(2009) izlemişim... Tek tek afişlerini koyamayacağım fakat her iki filme de bayıldım!
Sevdiklerinizle geçen mutlu haftasonları dileyerek senenin ilk blog yazısını da yazmış olmanın ferahlığıyla, hoşça kalın, şimdilik! :))