28 Kasım 2019 Perşembe

Badlands - 1973




YÖNETMEN : Terrence Malick

Merhaba. Film Holly’nin sesi ile açılıyor ve dış ses olarak film boyunca devam ediyor. Babası ile yaşayan Holly, kasabanın çöplerini toplayan Kit’in dikkatini çeker. Fazla göz önünde olmayan, kendi çapında eğlenceli halleri hoşuna gidince esas adamımızın kaçınılmaz bir aşk doğar ikili arasında. Ancak babası rıza göstermez bu ilişkiye ve olaylar amma kanlı olaylar gerçekleşir devamında. Gerçek bir hikayeye  dayanıyor film. 

Filmin müzikleri gerçekten enfes. ‘Badlands’ ise çorak arazi demekmiş... Nitekim filme eşlik eden kurak sahalar ve ne bileyim... filmin bunaltıcı, karamsar havası isminin hakkını sonuna kadar veriyor. İzledi iseniz paylaşınız yorumlarınızı, merak ediyor ben. (;

26 Kasım 2019 Salı

Tower of Song

Biliyorsunuz hemen hemen her ay sevdiğim bir Cohen şarkısını paylaşıyorum sizlerle; bu ay ise buradaydık hep...

Bir Sümer Destanı - Gılgamış


Selam, çizgi roman olarak okudum destanı, anlatan Yıyun Lı. Yaratılış efsaneleri süslüyor kitabı. Topraktan şekil alan, uzunca bir müddet tek başına yaşayan Endiku ve onu merak edip hayran olan Şamhat; şimdiki Mezopotamya topraklarında yer alan Uruk’a, Kral Gılgamış’ın yanına gelirler. Yenilmez, savaşçı ruhlu Endiku ile dost olur hemen Gılgamış. Beraber Sedir Ormanı’nı tanrılar tarafından korumakla görevlendirilen Humbaba’yı alt etmek üzere bir maceraya çıkarlar. Kararlı ve azimli oluşlarıyla da hedeflerine varırlar.


Ancak... Endiku hastalanır bir müddet sonra ve dünyaya gözlerini yumar. Gılgamış bunu kabullenemeyerek ölümsüzlüğün sırrını aramaya başlar. Nuh tufanı olarak da bilinen olaya geçiyoruz burada, destanda ise adı Utnapiştim. Nitekim ulaşır da Gılgamış ihtiyar Utnapiştim’e, ölümsüzlüğü elde edemez tahmin edilebileceği üzere. Başka şeyler elde eder bunun yerine; tevazu ve yaşam bilgeliği.

Anlatıcının da dediği gibi destanda ana konunun ‘dostluk’ olduğunu düşünüyorum ben de. İnsanoğlunun ilk yazınsal ürünü olan kitabı okumanızı öneririm. Okudu iseniz beklerim yorumlara, hoşça kalın.

20 Kasım 2019 Çarşamba

Conte de Printemps

Ah! Schumann - Kinderszenen dinlerken yazıyorum sizlere ve üçüncü Rohmer filmini de bitirmenin verdiği haklı gururu ve hazzı yaşıyorum. Efenim bu film yönetmenin dört mevsim hikayeleri dörtlemesinin ilk filmi imiş, mevsim ne mi filmde? Elcevap: İlkbahar...


Ah ki ne ah! Felsefe var burada, Kant var mesela... Evini kısa bir süreliğine kuzenine emanet eden felsefe öğretmeni Jeanne, bir partide tanıştığı Natacha ile dost olur ve onun evinde kalmaya başlar. İlkbahar olunca konu; sık sık sayfiye alanındaki evlerine de giderler birlikte, Paris ilkbaharda da muhteşem tabii...





Eski aile evleri olunca burası Natacha anılarını dökmeye başlar Jeanne'e ki belirtmeden geçemeyeceğim; büyükanne ve büyükbabasının enfes tabloları var bu evde.  Natacha, babasının kendisi ile yaşıt sevgilisinden memnun değil... Anne ve babası ayrı bu arada uzun zamandır. Bu minvalde devam ediyor hikaye; olaylar olaylar yani...

Bir de kayıp bir kolye var aile yadigarı. Finalde müthiş bir şekilde bağlamış Rohmer olayı, her şeyin özeti gibi olmuş. Ben bir saniye bile gözlerimi ayıramadım filmden, şimdiden sizlere de iyi seyirler diliyorum!

18 Kasım 2019 Pazartesi

Sappho - Şiirler





Sappho; Yunan lirizminin büyük ozanı, bugün Midilli adıyla anılan Lesbos'da yaşamış. Samih Rıfat tadından yenmez bir önsöz yazmış kitaba... Ufak bir pasaj önsözden;

"Ama o, çoğu zaman iki sözcüğüyle, yarım bir dizesiyle, tek bir imgesiyle yapar aynı işi. Bir iki uzun ve eksiksiz şiir dışında, karşımızda bütünüyle kırık dökük dizelerden, başı sonu eksik dörtlüklerden oluşan bir yapıt vardır. Eşsiz güzelliğini ve etkileyiciliğini biraz da bu kırık döküklüğüne, toprak altından çıkmış kolu bacağı kırık Antikçağ yontularının güzelliğini andıran gizemli eksiltilerine borçludur belki de"

Ve şiir olsun artık devamında, Sappho'dan...

Hiç değişmeyecek, güzellerim benim,
sizden yana düşüncem.
...


Ve sen Dika, bir taç yerleştir saçlarının üstüne
yumuşacık elinle ördüğün anason dallarından;
güzel çiçekler kutlu Kharit'lerin gözünü çeler,
başında taç olmayan birini görmezler bile.
...


Tıpkı o tatlı elma gibi, bir dalın tepesinde kızaran
yukarıda, elma toplayıcıların unuttuğu o elma,
aslında unutmamış da, uzanamamışlardır ona ...

16 Kasım 2019 Cumartesi

Anton Çehov - Bozkır



‘ Göğün derinliklerine uzun süre gözünü ayırmadan baktığında, düşüncelerle ruh, yalnızlığın bilincinde birleşirler nedense. Kendini çaresizce yalnız hissetmeye başlarsın, daha önce yakın ve kendine ait saydığın her şey sonsuz biçimde uzak ve değersiz olur. Binlerce yıldır gökyüzünden bakan yıldızlar, insanın kısacık yaşamanı umursamayan anlaşılmaz gökyüzü ve sis, onlarla göz göze kaldığın ve anlamlarını kavramaya çalıştığında suskunluklarıyla ruhunu ezerler; her birimizi mezarda bekleyen yalnızlığa aklımız takılır ve yaşamın içyüzü, özü umutsuz ve korkunç görünür...’

Fantasie Impromptu

14 Kasım 2019 Perşembe

La femme de l’aviateur


Ah, nasıl girsem söze bilmiyorum inanın... Biliyorsunuz Rohmer ayı ilan etmiştim Kasım'ı, seçtiklerimden ikinci filmi de izledim. İnanılmaz, çok net vuruşlar var bu filmde, acayip keyif aldım izlerken. İyi ki daha fazla geç kalmamışım izlemek için dedim... Efendim coşkunluğumu mazur görün, şimdi de filmi anlatayım biraz...

François sevgilisi Anne'yi, Anne'nin eski erkek arkadaşıyla görür, işkillenmeye başlar. Erkek arkadaşını takip etmeye başlar ve onu başka bir kızla görür... Bu sırada henüz on beş yaşında olan Lucie ile karşılaşırlar parkta. Lucie; sevgilisinin sevgilisini başka bir kızla yakaladığını ispatlamak için parkta sevgililerin yanında bulunan ve fotoğraf çeken çifti gösterir François'e eğer isterse cazibesi ile çiftten fotoğraf makinesini alabileceğini, sevgililerin fotoğrafını çekebileceğini söyler... Bu park sahnesi oldukça etkileyiciydi gerçekten.


François; Lucie'den ev adresini alır daha sonra onu durumdan haberdar edebilmek için. Anne'nin evinde bulur kendini. Ancak Anne isteksizce yaklaşır sevgilisine, yorulduğunu ve dinlenmek istediğini söyler. Ayrıca ilişkilerinde oldukça rahat bir insandır Anne nitekim bu durumu şu sözlerinden anlayabiliriz;
-Bana göre aşk; beraber yaşamak değildir, yapışkan şeylerden nefret ederim. Ayrılık kalbi sevgiyle doldurur.

Spoi vermeyeceğim filmin büyüsünü bozmamak adına ancak finalde dumura uğradım ben...

9 Kasım 2019 Cumartesi

Onun Adı Petrunya - 2019



Makedonya’da geçiyor olay, merhaba bu arada. Bu film vizyon filmlerinden, bugün izledim ben de. Petrunya otuzunu geçkin, hiç evlenmemiş ve anne babasıyla yaşayan kızımız. Geleneksel bir kutlama var kasabada her sene tekrarlanan şöyle ki; peder kutsal kabul edilen bir haç atıyor nehre ve nehre atlayan erkekler de kıyasıya yarışıyor haçı kapmak için. Ancak bu sene farklı gelişir bu ritüel zira haç Petrunya’nın olacaktır. 

Filmi beğendim genel anlamda. Benim için konu olarak kadınları, kadın haklarını ön plana çıkaran filmler her zaman bir adım öndedir zaten. Filmde dönen bir kurt-kuzu muhabbeti var. Petrunya; yarışmada kazandığı haçı geri vermek istemeyince kendini nedense karakolda bulur ve sorgu amirinden;
-'Kurt postuna bürünmüş kuzu' damgasını yer, ancak finalde de der ki;
-'Artık bir kurda dönüştüm...'

Aslında bırakmak istemediği haç değildir kızımızın, bu yüzden linç edilip kalabalık bir erkek grubu tarafından koca bir kova soğuk suyla ıslatılmamıştır... Farklıdır sebebi, topluma kadının da bir birey olduğunu -ki yirmibirinci yüzyılda hala bu konuyu konuşuyorsak...- isterse kutsal haça ve daha nicelerine en az erkeklerin ki kadar sahip olabileceğini vurgulamak ister Petrunya. Filmin sonunda da nükteli bir dille;
-'Ya Tanrı kadınsa?' diye sorar karakterlerimiz...

Ay evet, aşk da var anacım. ;D Film müzikleri de şahaneydi. Tavsiye ederim efendim.


8 Kasım 2019 Cuma

L'ami de Mon Amie





İlk filmimi izledim, Rohmer'den. O kadar doğaldı ki her şey. Saf, tertemiz bir sinemasal deneyim oldu benim için bu film. Oyunculuklar yapmacıklıktan çok uzak; replikler, sekanslar... Lea ile Blanche yakın arkadaşlar ve film boyunca arkadaşlıklarını sorguluyorlar sevgilileri üzerinden... Blanche; içe dönük, sevecen ve tabii ki daha sessiz bir kız. Lea ile sevgilisi Fabien bir dargın bir barışık yaşarlarken, Blanche da genç bir mühendis olan Alexandre ile takılır bir süre. Filmin sonunda ise tüm roller yer değiştirecek :)




Filmden bir replik de dursun burada;
Blanche, Alexandre için der ki Fabien'e:
-Onu değil de, Yalnızca görüntüsünü sevdiğimi farkettim
yapay bir görüntü.
Çocukça rüyalar görmek için fazla büyüdüm.
Ama şimdi bitti. Görüntü tamamen soldu.
Her şey bir anda yok oldu. Tüm hislerim.
Acı bile hissetmedim. Bir anda her şey baştan başa değişti.
Fabien:
-Görüntüler bile bu kadar çabuk kaybolmaz.
Blanche:
-Olur.
Bir ay önce, eğer bana aşık olsaydı, Ya da söyleseydi,
Çok heyecanlanırdım.
Hayatım boyunca güvende olacakmışım gibi hissederdim.

Neden bir ay önce dediğini anlamışsınızdır çünkü artık yanında Fabien var, keyifli seyirler izleyecek olanlara :))

7 Kasım 2019 Perşembe

ferit edgü - do sesi


Ekim ayında okuduğum bir kitaptı. Zira ben bu ayı Didem Madak’a ayırdım. Neden mi ‘do sesi’ çünkü; “Bana, bir gün, ‘Do sesini verdim ölümü yendim’ diyen Semiha Berksoy’a” demiş edgü. Kitap dört bölümden oluşuyor, şiir kitabı. Buraya üçüncü bölüm (Saçma Öyküler) den ‘Az’ şiirini ekliyorum, kendinize iyi bakın. (:

Az
Gözlemlerim bana şunu söylüyor:
Otur oturduğun yerde. Bahçeye bile çıkıp dolaşma,
sesin duyulmasın.
Ne demek oluyor bu? 
Her şey. Bugüne değin izlediğin yolların tümü bir 
dolambacı oluşturdu. 
İçinden bir türlü çıkmayı başaramadığın dolambacı. 
Bir dolambacı mı? Bunu da nerden çıkarıyorsun şimdi?
Okuduğun kitaplardan. Yazdığın yazılardan.
Ama senin bilmediğin bir şey var, yaşamın dört ana 
yönü değil, binbir bilinmez yönü vardır.
Bunu bilmeden ne okusan, ne yazsam az.

Semerkant - Amin Maalouf



Mutlaka en az bir kitabını okumanız gereken yazarlar vardır bence. Kitabın türü size hitap etmeyebilir belki, bu duruma en bariz örneklerden biri Stephen King olabilir... King, korku ve gerilim türünde de yazsa her kitabında derin bir felsefe barındırır mesela hatta belki de şiir ne ise bu yazarlardan biri de Maalouf olmalı, lafı getireceğim nokta budur. Yazarın okuduğum ilk eseri olmakla birlikte kesinlikle son olmayacak yazarı okuma sürecim. Peki ne anlatılıyor bize Semerkant’ta?

Çok, çok öncelere gidelim. Öyle bir dostluk betimlemiş, nakletmiş ki yazar edebi ruh fışkırtan Hayyam/Sabbah/Nizamülmülk üzerine...
İşte kitabın ilk bölümümden altını çizdiklerim:
Hayyam der ki;
“Çok daha sonraları Rubaiyat yazmasını minyatürlerle süslemeye girişen, adı belirsiz nakkaşın da canlandırmaya çalıştığı böyle bir cennet görüntüsü değil miydi Semerkant’ın kadılar kadısı Ebu Tahir’in ikamet ettiği Asfizar mahallesine götürülürken, Ömer’in aklından çıkmayan görüntü de bu değil miydi? İçinden yineleyip duruyordu: “Benim yıkanan kadınım sadece bir serap olsa da... Gerçeğin asıl yüzü o Façalı Surat olsa da... Bu serin gece ömrümün son gecesi olsa da... Bu şehirden nefret etmeyeceğim.”

Ve Kadı Hayyam’a der ki;
“Nişapurlu çadır üreticisi İbrahim’in oğlu Ömer bir dostu tanımayı bilir misin sen?
Bu cümlede Hayyam’ın merakını kamçılayan bir samimiyet vurgusu vardı. “Bir dostu tanımak” mı?

İkinci bölüm, haşşaşiyûn cenneti yani Alamut üzerine kurulu. Burayı geçiyorum, çoğunuzun bir fikri vardır herhalde Sabbah’la ilgili.

Üçüncü bölümde yazar hızlı bir geçiş yaparak -bin yıllık- ilk iki bölümle paralel başka bir öykü anlatıyor bizlere. Altını çizdiklerim:

“Adı sanı bilinmeyen bir İngiliz şair, Fitzgerald, 1859’da yetmiş beş rubainin çevirisini yayımlamaya karar verdiğinde tam bir kayıtsızlıkla karşılanmıştı. Kitaptan iki yüz elli nüsha basılmış, yazar birkaçını eşine dostuna hediye etmiş, geri kalanlar kitapçı Bernard Quaritch’in deposunda küflenmeye terk edilmişti, Fitzgerald Farsça öğretmenine, “poor old Omar”ın, o zavallı, yaşlı Ömer’in kimsenin ilgisini çekmediğini yazdı. İki yıl sonra yayıncı elindeki stoğu kelepir fiyatına satmaya karar verdi: Kapak fiyatı beş şilin olan the Rubaiyat, altmış kat aşağı inerek bir peniye düştü. Bu fiyata bile çok az sattı. İki edebiyat eleştirmeni onu keşfedinceye kadar.”

Ve gelelim canımı en çok yakan son bölüme; İran’a... Işık Doğu’dan geldiği için mi söndürmek isterler bilmem... Nedir bu çile, Doğu’nun çilesi...
Neden bir ‘mal’ muamelesi olmaktan kurtulamıyoruz? Neden bütün kirli işler tam da burada hallediliyor? Nedeni belli elbette, biz doğulular kendi özümüze ne kadar çok dönersek o kadar def ederiz gibime geliyor dışarıdakileri. Nedir bu öz? Kendi kendimizin efendisi olacağız, çalışıp çabalayacağız; açgözlülük yapıp çalıp çırpmayacağız... Bu kısım tamamen o dönemdeki Çar, Şah, Kazaklar, Amerikalılar, Fransızlar ve diğerleri...’ne ayrılmış, pastadaki büyük dilimi kapmak için yapılan uğraşıları anlatılmış.

Yazar finali o kadar güzel bağlamış ki hayran kalmamak elde değil çünkü Titanic’deyiz... Semerkant yazması da orada, sonrası mı? Kim bilir...

Bir Hayyam dörtlüğü ile son bulsun bu inceleme:
“Yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun
Çok uzun bir hikayeyi özetlemek gerekirse
Derim ki çıkmış ummanın derinliklerinden 
Sonra umman yutuvermiş onu yeniden.”

4 Kasım 2019 Pazartesi

William Shakespeare - Venedik Taciri


Okudum bitti hemencecik. Olay Venedik'te geçiyor tahmin edilebileceği üzere...  Başrol Portia gibi görünse de -ki, bakın hanım kızımızın güzelliğine;

"Bütün dünya onun peşinde.
Yeryüzünün dört köşesinden bu kutsal türbeye,
Bu yaşayan, soluk alan evliyaya
Yüz sürmeye geliyor herkes.
Hyrcania çölleri
Ve geniş Arabistan'ın engin bozkırları,
Güzel Portia'yı görmeye gelen prensler için
İşlek birer anayol oldu.
Denizler krallığının hırsla yukarı kalkmış, 
Ağzından göklere salyalar saçan başı bile
Bu yabancı ruhlara engel olamıyor."

 Benim gönlümde Shylock'tur efendim. Shylock bir yahudi, zengin. Şimdiki tefeci gibi... Üç bin duka borç veriyor soylu kızımızla evlenmek isteyen Bassanıo'nun arkadaşı Antonıo'ya. Ne karşılığında mı, eğer ödemezse borcunu bunun karşılığında:

"Ne olur, bana söyler misiniz;
Ödeme gününü geçirdi diyelim,
Kararlaştırılan cezayı uygulayıp da ne kazanacağım? insandan alınan yarım kilo et,
Ne koyun etine benzer, ne dana ne de keçi etine: Para da etmez, kazanç da getirmez.
Bu dostluk elini
Sırf hakkımda iyi düşünsün diye uzatıyorum ona. Alıyorsa alsın; almıyorsa, iyi günler,
Ama lütfen yanlış düşünerek bana haksızlık etmeyin."

Evet adamın etini istiyor tüccar... Kitabın sonunu okuduğunuzda hak vereceksiniz bana, neden kötü adama bu rolü biçtiğime...  İşler hiç de istediği gibi olmayacak tefecinin.

Bu metinde hristiyan-yahudi karşıtlığı çok bariz hatta metin bunun üzerinde kurgulanmış. Ben de araştırdım biraz bu düşmanlığın köklerini. Mesela Barabas geçiyor romanda şu şekilde; kızı (Jessıca) bir hristiyanla kaçan (Lorenzo) için Shylock der ki:

"Benim de kızım var;
Bence kocası Hıristiyan olacağına,
Barabas'ın soyundan biri olsun daha iyi."

Barabas: İsa'nın yerine hapisten çıkarılarak salıverilen Yahudi haydutmuş. Ekşide okuduğum kadarıyla isa göğe yükseldikten sonra, cennetin kapısını isa'ya açan kişi imiş.

Anladığım üzere İsrailoğullarının kendilerini diğer ırklardan üstün görmeleri yansıtılmış... Okudu iseniz aydınlatın beni, ya da biliyorsanız, ilgili iseniz bu konu ile ;D

Dipnot: Resim Pinterestten.

2019 NOVEMBER MOVİE CHALLENGE - ÉRİC ROHMER

Selamlar, 'bu kız başlıkları neden ecnebice atıyo?' diye sorabilirsiniz elbette çünkü bu kız kendini bu şekilde ifade ettiğinde daha iyi hissediyor, başka bir sebebi yok, yetmez mi?

Efendim ben pek liste yapan bir insan değilim amma velakin zamanı iyi kullanamadığımdan yakınırken buldum kendimi yine ve 'fatoş artık filmleri bir görev edinmelisin' diyerek bu ay için Rohmer'inkileri seçtim. Dört film izleyeceğim bu ay, bana katılmak isterseniz beklerim yorumlara, hoşçakalın :)

İlk film, L'ami de Mon Amie




İkinci; L'a Femme de l'aviateur





Üçüncü film; Conte de Printemps





Ve son olarak; La Carrière  de Suzanne

2 Kasım 2019 Cumartesi

Sivil İtaatsizlik - Henry Davıd Thoreau




merhabalar. konuyu fazla uzatmadan gandı’nin ‘eserleri ve fikirleri beni derinden etkilemiştir’ dediği yazarımızın kitabından alıntılar ekliyorum... bayıldım evet :)

“Kuruyemiş ve kuru üzüm peşinde bütün denizleri dolanan, bu uğurda gemicilerini köle eden bir ticaret! Geçen gün batmış, içinde bir çok kişinin hayatını kaybettiği, kumaş, ardıç meyvesi ve acıbadem dolu yükleri kıyıya vurmuş bir gemi gördüm. Sanki ardıç meyvesi ve acıbadem uğruna Leghorn ve New York arasındaki denizin tehlikelerini göze almaya pek değmezmiş gibi geldi bana. Amerika acıbadem için Eski Dünya’ya gidiyor! Denizin tuzu suyu, alabora olmuş bir gemi, yeterince acı değil mi? O çok övündüğümüz ticaretimiz de büyük ölçüde öyle ve hâlâ kendine devlet adamı ya da felsefeci deyip ilerleme ve medeniyetin tam da bu tarz bir değiş tokuşa ve faaliyete, pekmez dolu bir fıçıya üşüşmüş sineklerinki gibi bir faaliyete bağlı olduğunu düşünecek kadar kör olanlar var. İnsanlar istiridye olsaydı, diyor biri, pekâlâ olurdu. Pekâlâ olurdu, diyorum ben de, eğer insanlar sivrisinek olsaydı.”

“Politika denen şey görece ve o kadar yapay ve zalimanedir ki bugüne kadar beni ilgilendirdiğini hiç fark etmemişim. Gördüğüm kadarıyla gazeteler köşe yazılarının bir kısmını bilabedel politikaya veya devlete ayırıyor; bunun da gazeteleri kurtaran tek şey olduğu söylenebilir fakat ben edebiyatı ve biraz da gerçekleri sevdiğim için, bu köşe yazılarını katiyen okumuyorum. Hakkaniyet hissimi o kadar köreltmek istemiyorum.”

geziyoruz tozuyoruz

 bayram'da kısa da olsa mahşeri  istanbul kalabalığına karıştım.. lale mevsiminde gitmeyi çok istiyordum, emirgan korusunda idim bayramı...