31 Mayıs 2019 Cuma

The Sılence(1963)



YÖNETMEN : INGMAR BERGMAN

Sinema tarihindeki en güzel (göreceli olabilir) iki kadının hikayesini izlemeye ne dersiniz? Pek hikaye de değil bu ‘yaşam’ ın ta kendisi. Bergman benim için özel bir yere sahip. ‘Hiçlik’ nihilizme kaçan dozda bu kadar iyi anlatılabilirdi.

İki kız kardeş düşünün, taban tabana zıt olan... Ve bir çocuk, masum, saf... İşte Bergman bize bir buçuk saat bu üç kişiyi izlettiriyor, arada bir takım sesler de var, az ama öz sesler... 

Büyük olan kardeş bilgiye doymuş bir şekilde ruhsal bir arzuyla Bach dinlerken, küçük olan kız kardeş bedensel doyum arıyor ve sevişiyor...



Johan ise eğlenmek istiyor, kukla gösterisi yapıyor teyzesine, oyun amacı... Ama filme sinen hüzünden o da nasibini alıyor. Ben anlatılanın aslında tek bir kişinin farklı yönleri olduğunu düşünüyorum. Matruşka gibi, içimizden farklı farklı kişiler çıktığını hepimiz hissetmişizdir. Bergman bu tekliği finalde teyzesinin Johan’a bıraktığı mektupta yabancı dilde ‘Ruh’ olarak tanımlıyor, dediğim gibi yabancı olan bir ‘Ruh’ bu hepimize...


Şimdi tamamiyle iyi olduğumu söylemeliyim.

İçinde bulunduğum şu duruma ne dendiğini acaba biliyor musunuz? Euphoria.

Babama da aynı şey oldu gülüyor ve tuhaf öyküler anlatıyordu.

Sonra bana bakıp:

“Şimdi, işte sonsuzluk, Ester.” dedi.

Her ne kadar dev gibi iriyse de öylesine nazikti ki.

Hemen hemen iki yüz kilo geliyordu.

Tabutunu taşıyan heriflerin halini görmeliydi.

Öyle yorgunum ki.

...

Hayır, böyle pisi pisine ölmek istemiyorum!

Boğularak ölmek istemiyorum.

Oh, korkunç bir şeydi bu. Korkuyorum şimdi.

Başıma yeniden böyle bir şey gelmemeli.

29 Mayıs 2019 Çarşamba

METROPOLİS - FRITZ LANG



Kapitalizm canavarı; peki ne ile beslenir? ‘İnsan’ , her geçen gün seni beni yutarak daha da şişmanlıyor ama ateşten midesi... 
Film Babil kulesi etrafında dönen ‘çark’ üzerine kurulu desem de duruyor sonunda işleyişi. Peki ne zaman? Beyin ile eller ‘kalp’ ile bağlandığında..
Naziler tarafından desteklenmiş ilk olarak lakin sonra ‘komünizm’ propagandası var diye de yasaklanmış. Faşizmi simgelediğini düşünmüyorum asla bu filmin, sebepleri;
Açılış sahnesinden;


“Bu Metropolis’in efendisi Joh Fredersen’in oğlu Freder’in kızı (sevdiği kız) arayışında başından geçenler:”
Baba-oğul ne hatırlattı? Tanrı-kul ilişkisini hatırlattı bana, tıpkı Adem’in Havva’nın peşi sıra gitmesi gibi...
Artık dünyada olduğumuza göre; kusurlu insanoğlunun kusurlu düzeni metropoliste... Burada çalışan işçiler bir patlamada can verir.


Freder, babasının düzenine karşı çıkar yukarıdan aşağıdaki sürü misali işçilere bakınca ve ‘Benim hala gidilecek uzun bir yolum var’ diyerek çizer rotasını.
Joh Federsen, kusursuzu arar, arı gibi işler işlesin ister ki burada akıllara durgunluk verecek bir ‘insan makina’ nın yapılışına şahit oluruz, büyüksünüz Lang. Sene 1927...
“Ve üstü Tanrı’ya hakaret eden isimlerle dolu kırmızı, yedi başlı ve on boynuzlu canavara binmiş kadını gördüm. 
Ve elinde altın bir kadeh tutan kadın kırmızılar, morlarla giyinip kuşanmıştı. Ve alnında ismi yazıyordu, bir gizem:
YÜCE BABİL
Dünyadaki nefret edilen şeylerin annesi. Ve azizlerin kanı ile sarhoş olmuş kadını 
gördüm.”


İncilden alınan bu metinden de anlaşılacağı üzere dehşetli makinanın yerine Freder’in uğruna cennetten vazgeçtiği ‘Maria’ geçer, kaos için. Takma elli mucit gerçekleştirir bu dönüşümü ve benim bir kez daha bittiğim sahneler çekilmiş olur....
Yeni Maria kışkırtır işçileri ve ayaklanma olur. İsyan eden işçiler su borularını patlatırlar bir süre sonra da tehlikeli boyutlara varan su baskınından kaçmaya çalışırlar, bütün bunlar olurken ‘Maria ve aşıkları’ bir grup insan dans ederler ‘dünyanın sonunu kutlayalım’ nidalarıyla.


Ancak bir süre sonra metropolisin beyni bir yerde hata yaptıklarını çocuklarına ne olacağını sorar ve bütün bunların suçlusu gördükleri insanımsı Maria’nın peşine düşerler bu sırada isyan görevini tamamlamış olan robot Maria devre dışı kalır yerini asıl Maria’ya bırakır. İşçiler masum Maria’yı yakalar ve çarmıha gerilen İsa misali yakarlarken Freder kurtarır sevgilisini. Robot ve mucidimiz ölüdür artık.

Kapanışta; Maria aracı olarak baba oğulu barıştırır. Burada aslında iktidar için gerekenin ‘kalp’ olması gerektiği vurgusu var ki sıklıkla simgeleniyor zaten filmde ‘yıldız’ figürü.
Belki simgesel değerlendirdim çoğunlukla, daha çok alt metin çıkar...



ITALO CALVINO

Örümceklerin Yuvalandığı Patika


Kendimizi, yaşamın yeni yeni öğrendiğimiz buruk tadını, bildiğimizi ya da olduğumuzu sandığımız ve belki de o anda gerçekten bildiğimiz ve olduğumuz pek çok şeyi. Kişiler, manzaralar, silah atışları, siyasal mesajlar, yerel sözcükler, küfürler, liriklik, silahlar ve cinsel ilişkiler, paletteki renklerden, portedeki notalardan ibaretti; asıl olanın, libretto değil, müzik olduğunu çok iyi biliyorduk:




28 Mayıs 2019 Salı

METİN ELOĞLU



GICIK

KEMİRİRCESİNE TERS BİR KEKİĞİ

AŞIRI DAĞBAŞINDA

GÜN YUDUMLANIYOR

VE AKŞAM SISKASI KELEBEK 

ÖLSE DE SEMİRMEYEN

ÇİÇEK DENDİ MİYDİ

OVADA





27 Mayıs 2019 Pazartesi



Estragon
Ne söyleyecektim?

Vladimir
"Mutluyum" de.

Estragon
Mutluyum.

Vladimir
Ben de.

Estragon
Ben de.

Vladimir
Mutluyuz.

Estragon
Mutluyuz. [Sessizlik.] Eee, şimdi ne yapıyoruz mademki mutluyuz?

Vladimir
Godot'yu bekliyoruz. [Estragon homurdanır. Sessizlik.] Dünden beri çok şey değişti.

   Ya gelmezse.


   


26 Mayıs 2019 Pazar

DİLENCİ - ACCATTONE (1961)



YÖNETMEN : PİER PAOLO PASOLİNİ

Efenim yönetmenin ilk filmi imiş. Savaş sonrası İtalya’daki gettolarda yaşayan Vittorio’nun lakin kendi deyişiyle aynı zamanda başkalarının da bu şekilde çağırmasını salık buyurduğu ismiyle Accatone’nin yaşamına tanık oluyoruz.

Pezevenklik yapar, çalışmaktan korkar Accatone. ‘Açlık nedir ki? Alıştırılmışız küçüklükten beri karnımızın doymasına bir kere’ der der ama var olan yemeğin emekte diyebilirsiniz herkese yetmeyeceğinin de farkındadır... 


Bir gün saf, güzel ve bakir bir kıza rastlar. Aşk kapısını çalar çalmasına lakin hayat aşkla sürmüyor değil mi? Bir şekilde Stellasını da bulaştırır kirli işlerine. İçi buruk, istemeye istemeye çalışan aşığı bir iki denemeden sonra bu işi yapamayacağını anlar, üstelemez Accatone... Ve işe koyulur lakin zor gelir, çalmaya başlar...


 Filmin sonu harikaydı, sinematografik olarak finaldeki sahnelere bittim, mutlaka izleyiniz, keyifle...
O dönemdeki Roma’yı merak edenler için de bulunmaz bir eser; müzik seçimi olarak da mest etti beni...




25 Mayıs 2019 Cumartesi

ACE IN THE HOLE(1951) - BÜYÜK KARNAVAL



Bugün izlemediğim az miktarda filmi kalan yönetmen Billy Wilder’ın gurur üzerine kurulu saplantılı gazeteci Tatum’un öyküsünü anlattığı muhteşem filmini izledim. Yan konuları şan, şöhret, makam vb. olarak sıralanabilir. Resimde de gördüğünüz üzere mezar soyguncusu olan Minosa’nın bir mağarada kalması, bu durumu fırsat bilen Tatum’un yıllardır aradığı haberi bulmasının sevinciyle kasabanın şerifini de tekrar seçim vaadiyle yanına çekip kasabalıya adeta bir sirk manzarası sunması filmin konusu. ‘Sirk’ kavramı önemli çünkü orada yatan insana bir hayvan muamelesi yapan Tatum’un önce kendisinin insanlıktan çıkıp  bir hayvana dönüşmesi modelini görüyoruz.


Bir taraftan da hem göçükteki adama yardım eli uzatmaya çalışan hem de adamın karısı olan Jan Sterling’e aşkını dizginlemeye çalışan bir Tatum var...


Vamp, platin saçlı kadın... Arzuları paraya ve gazeteciye dönük olmasına rağmen Minosa son nefesinde bile karısını düşünür... Gazetecinin kocasının bu denli sevgisine rağmen tatmin olmayan sarışına hem nefreti hem aşkı büyür... Bu kıskacı çok sevdiğimi itiraf edeceğim, büyüksün Wilder... 

24 Mayıs 2019 Cuma

TEVFİK FİKRET





Evet, sabâh olacaktır, sabâh olur, geceler
Tulû-i haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
Bu mâi gök size bir gün acır; melûl olma.
Hayâta neş’e güneştir, melâl içinde beşer
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!


Platon, Kratylos




İsimlerin kökenine yapılan bir yolculuk. Platon doğru olanı arıyor, nesneleri hareket ettikleri zaman mı durağan olduklarında mı tanımlayabiliriz? Sürekli bir durağanlık olamaz tıpkı sürekli bir değişimin olamayacağı gibi... 

Platon; bir nesneyi resmettiğimizde aslına en gerçeğini yakalayıp yansıtmaya çalışırız derken; asla aslı gibi olamayacağı; iyi veya kötü resim olacağı savını öne sürüyor. Dolayısıyla isimlendirirken de tanımladığımıza en yakın durumu göz önüne aldığımızı lakin tam olarak O’na benzetemeyeceğimizi görüşündedir ki katılıyorum. ( herhalde çok mutlu olurdu:) 

‘Yasa yapıcılar’ derken bir tanımlamayı ancak usta olanların doğru yapabileceğini ve kendisinin hiçbir şey bilmediğini de vurguladıktan sonra başlıyor kelimeleri tanımlamaya, ifadelemeye. Ele aldığı birkaç kelimeyi retorik ve dilbilimsel açıdan olmasada belirtmek isterim. 

-Beta
Harf eklemeyi yanlış tanımlama sınıfına sokmuş önce, sonra ise asıl olandan farklı olacağını vurgulamış. ‘İsimler ve ismi oldukları nesneler birbirlerinin aynısı olsalardı bu çok garip olurdu. Her şeyden elimizde iki adet olacaktı ve hangisinin gerçek olduğunu ayırt edemeyecektik’

-Lambda
Sakinlik ve yumuşaklık duygusu uyandırdığını söylerken bunun ancak hareket söz konusu olduğu zaman olabileceğini ifade ederek kelimeyi zıtlar, olumsuzlar.

-Antropos(insan)
‘Düşünme becerisini diğer şeyler için uygulamayı başaran’  demek olduğunu söylerken bu ismin insanın hayvanlardan farklı olduğunu gösterdiği için antropos olduğunu belirtir.

Ve daha birçok yunanca kelimeyi sıralar. 

Tartışmanın sonlarına doğru benzeyen ve benzeyiş arasındaki farkı ayırt etmekte zorlanır, ‘Vazgeçelim mi?’ yoksa ‘elimizden geleni yapalım mı’ diye sorar. Hermogenes’den devam yanıtını alınca tartışmaya Kratylos da katılır. Bir ismin verilmesinin amacının öğretmek olduğunda anlaşırlar. Özne ve nesneyi bilemeyeceğimizi her şeyin sürekli bir akış içerisinde (nesneler de dahil) olduğunu, olguları doğru olarak tanımlamaktan ziyade araştırmamızı Kratylos’a ve bize salık verir Sokrates.

21 Mayıs 2019 Salı

Notra Dame’ın Kamburu - Victor Hugo



Un cofre de gran riqueza
Hallaron dentro un pilar
Dentro del, nuevas banderas
Con figuras de espantar.

Çok değerli büyük bir sandık
Buldular bir sütunun içinde
İçinde de bilinmez sancaklar
Dehşet veren şekilde.


Alarabes de cavallo
Sin poderse menear,
Con espadas, y los cuellos,
Ballestas de buen echar.

At sırtında Araplar 
Yönetmek yeteneğinden yoksun 
Omuz kayışlarında asılı kılıçlarla  
Tam hedefe isabet eden zemberekli oklarla.




19 Mayıs 2019 Pazar

Dorıan Gray’ın Portresi (1945)


Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir film... Her repliği kutsal olduğundan seçemedim... Resimlerle anlatmak isterim.


 






Pier Paolo Pasolini - Gramsci”nin Külleri




 Umutsuz Bir Canlılık
Tıpkı bir Godard filmi gibi: tek başına, 
Latin Neo-kapitalizmin otoyollarında
yol alan bir arabada -havaalanı dönüşü- 
(Moravia'yı bavullarıyla baş başa bırakıp)
"Alfa Romeo'sunu sürüyor" tek başına 
tanrısallığı ancak içli dizelerle 
anlatılabilir bir güneş altında
-yılın en güzel güneşi- 
tıpkı bir Godard filmi gibi:
bu kıpırtısız, benzersiz güneşin altında
ışıyor
Fiumicino limanının ağzı
-kimseye belli etmeden gelen motorlu bir tekne 
-yırtık pırtık yün giysili Napolili denizciler
-bir trafik kazasının çevresinde üç beş kişi...
-tıpkı bir Godard filmi gibi- neo-kapitalizmin 
utanmaz acımasızlığının orta yerinde 
duygusallık izleri-
direksiyonda
Fiumicino yolunda,
ve işte şato* (ne güzel
bir gizem Fransız yönetmen için,
puslu, bitimsiz, binlerce yıllık güneşin altındaki 
papanın bu hayvan azmanı,
toprak kölelerinin çirkin tarlaları, dizi dizi ağaçlar 
üstünde mazgallarıyla)...
-diri diri ateşe atılmış, kamyon tekerleri 
altında kalmış, bir incir ağacına
asılmış bir kedi gibiyim,
ama, yedi canından en azından
altısı geri kalmış,
kan çorbasına dönüşmüş bir yılan,
yarısı yenilmiş bir yılanbalığı gibi
-yumulu gözlerin altında çökmüş yanaklar, 
kafaya serpili iğrenç saçlar,
çocuk kolu gibi incecik kollar
-gebermek istemeyen bir kedi, Belmondo 
"Alfa Romeo'sunun direksiyonunda" özsever 
bir kurgu mantığında
zamandan kopuyor, katıyor
Kendini:
peş peşe geçen saatlerin sıkıntısıyla 
öğle sonrasının öldürücü parlaklığıyla 
hiçbir ilgisi olmayan görüntülere...
   Anlatamamak değil 
ölüm, ölüm artık 
anlaşılamamak.
Ve papanın bu hayvan azmanı, 
incelikten yoksun olmayan -uysal 
köleler gibi temelde
masum toprak ağalarının 
tımarlarının anısı-
yüzyıllar boyunca
binlerce öğlenin
tek konuğu bu güneşin altında,
bentler, genç kavaklar, karpuz tarlaları 
arasından yükselen
papanın bu hayvan azmanı,
payandaları Roma'nın açık portakal sarısı 
Etrüsk, Roma yapıları gibi çatlak
papanın bu hayvan azmanı,
artık anlaşılamaz olmak yolunda.

*Papanın yazlık sarayı

18 Mayıs 2019 Cumartesi

Edip Cansever - Yerçekimli Karanfil




 GELİNCİKLER
 
Gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda
İşi iş kasabanın
Su yüzlü çocuğun işi iş
Bir de poyraza döndü mü hava
Başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
Faytonların turuncu tekerlekleri
Yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
Asılı çamaşırlardan bir tutam çivit kokusu alıp gider
Gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.
Saat on ikilerde
Postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
Durmadan bakar
Ki o mektuplar nereye giderse gitsin
Öylesine uzundur ki kasaba
Gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
Gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
İçlerinde kar serpintisi
İçlerinde bozkır
İçlerinde herkesin bir güneyi olan
Ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
Kesersiz, çivisiz, elsiz
Sadece ruhlarından
O kayıkları içinde domates doğrananbirakşamüstünde yüzdürürler
Canlanır suya değince hemen
Bordalarındaki nakışlar
Bir derya gülü alıp başını gider.
Yeter ki görünsün gelincikler
Önce tek tek görünsün sonra topluca
Usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
Gelincikler indi mi çayırlardan
Su bardaklarına, berber dükkânlarına girdi mi

Duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
Girdi mi bir kere
—Aynaları boğacak nerdeyse
—Taşlıkları basacak sel gibi
O zaman...
Tam o zaman
Marangozlar mis gibi rakılar içerler kayıklarında
Konuştukça binlerce kayık
Konuştukça binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
Ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız birbirimi-
      ze
Unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
Yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
İpince bir ıslığa yerleştirilsin
Türküler süzsün tüveyçlerinden
Kahveler eski renklerine boyanır yeniden
Biralar çiğ ışıkta bile parlak
Yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.
Gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
Sevgiler umutlar yok değildir
Öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
Çabuk öfkeleniriz
Durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
Anlamıyoruz da ondan mı yoksa
Bir bütün olduğunu mutluluğun
Umudun bir bütün olduğunu
Seziyor muyuz yalnızca
Baktıkça gelincik tarlalarına uzaktan
Öyle bir arada güzel
Yaşamanın lezzetini
Kanımızı tutuşturdukça gün günden
Buğusunu saldıkça
Bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.


5 Mayıs 2019 Pazar


The falling leaves
Drift by the window
The autumn leaves
Of red and gold
I see your lips
The summer kisses
The sunburned hands
I used to hold
Since you went away
The days grow long
And soon Ill hear
Old winters song
But I miss you most of all
My darling
When autumn leaves
Start to fall




geziyoruz tozuyoruz

 bayram'da kısa da olsa mahşeri  istanbul kalabalığına karıştım.. lale mevsiminde gitmeyi çok istiyordum, emirgan korusunda idim bayramı...