Movie etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Movie etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2022 Salı

Judex - 1963

 

YÖNETMEN: GEORGES FRANJU

Öncelikle ben filmi sevgili Levent Cantek’in blogunda gördüm, kendisine buradan teşekkürlerimi iletiyorum. Film, oldukça varlıklı bir bankacı olduğunu anlaşılan Favraux'un, yıllar evvel işinden ettiği Judex tarafından aldığı tehdit mektubu ile başlıyor:

'Bay Favraux, servetinizin yarısını kurbanlarınıza vererek günahlarınızın bedelini ödemenizi emrediyorum. Buna razı olmak için yarın akşam saat altıya kadar vaktiniz var.'

Bu arada 'Judex', latincede yargıç anlamına geliyor... Hemen ardından biri daha evine kadar gelip hesap soruyor bankacıya; Pierre Kerjean... Yaşlı Pierre, bankacı için zamanında -yine onun tarafından verilen birtakım vaatler (ailesinin destekleneceği gibi) karşılığında- hapse giren ve şimdilerde uzun süredir kayıp olan oğlunu arayan eski bir komplocu.

Ve Judex şahin maskesi ile (rolde Amerikalı bir sihirbaz olan Channing Pollock) bankacının dul kızı Jacqueline'in nişan törenine katılır; işte o sahne:


Söylemeden geçmeyelim, yönetmen tarafından yeniden yapılan Judex, esasen 1916'da Feuillade ve Bernerde tarafından on iki bölüm, üç yüz dakikadan oluşan sessiz bir film. Yine senaristler Lacassin (Feuillade konusunda uzmanlaşmış bir film bilgini) ve Jacques Champreux(Feuillade'nin torunu) ile iş birliği içinde çalışmış yönetmen Franju.

Bu film beni şu yönden çok etkiledi sevgili okur, baştan sona öyle kederli ki, örneğin filmin kapanışında tırnak içinde şu cümleyi görüyoruz: ‘Louis Feuillade’e saygılarımla, mutlu olmayan bir zamanın anısına:1914.’
Bildiğiniz gibi savaş yılları o zamanlar...

Ne ise, devam... Akbaba maskesi ile arz-ı endam Favraux herkesin gözü önünde tam da saat altıda yığılır yere, öldü zannedilerek gömülür de fakat Judex’in tören gecesi içkisine attığı ilaç ile katatonik bir durumdadır aslında. Nitekim Judex ve tepeden tırnağa siyahlı adamları cenazenin ardından mezarını kazar ve bir yel değirmenindeki sığınağa götürürler... Artık Judex’in hücre hapsindedir...

Filmde hem iyilerin(Jacqueline-Judex) hem kötülerin(Diana/‘görünürde dadı ama kötücül çete lideri’-Morales/‘Pierre’in kayıp oğlu’) aşk hikayelerine tanık olacaksınız. Efem, bildiğimiz üzre aşk adam seçmiyor...:)


Biraz daha müzik?


Şimdi biraz keyifsiz konulardan bahsedeceğim. Filmin arka planında; bankacının zengin olma hikayesi esasen Panama Skandalları’na dayanıyor. Fransa’da patlak veren olayda dönemin ünlü iş adamları ve simaları hakkında yargıya da taşınan epeyce bir iddia ve bir de intihar vakası bulunmakta... 


Şiddetle öneririm filmi izlemenizi ve yorumlara bekliyorum hepinizi, hoş kalın...


4 Aralık 2021 Cumartesi

Blow - Up 1966



Yönetmen: Michelangelo Antonioni

Herkese merhaba, yine bir film incelemesi ile karşınızdayım zira daha söyleyeceklerim bitmedi! Film, Julio Cortazar'ın kısa bir hikayesinden uyarlama, "Las babas del diablo". 'Blow-up' ise fotoğrafçılıkta kullanılan bir terim; esas fotoğrafın belli kesitlerini büyütme işlemi de diyebiliriz.

Thomas, Londra'da yaşar, ekseriyetle moda fotoğrafları çekerken, aynı zamanda editörüne(Ron) yoksulluğun şiddeti ile dolu portreleri kapsayan bir albüm yetiştirmeye çalışır. Bu sırada Maryon Park'da fotoğraf çekerken orta yaşlı bir çiftle rastlaşır... Kitabı için biraz huzur ve sessizliğe ihtiyaç olduğunu sezen kahramanımız fırsatı kaçırmaz.

    

Çiftin resimlerini çekmeye koyulur. Olup bitenlerden habersiz çift, kumrular gibi koklaşmaktadır parkın bir tarafından diğer tarafına... Sonra nedense -filmde adı verilmemiş ama senaryoda Jane olarak geçiyor..- Jane'in davranışlarında bir tuhaflık sezer izleyici... Korkudan kaçar gibi uzaklaşır sevgilisinin kollarından, işte bu esnada Thoma ile karşılaşırlar... Ve sonra Thomas'ın makinesinden art arda shot sesleri gelir kulağımıza...


Hemen resimleri geri ister Jane, ama Thoma sadece işini yaptığını ve diğer kızların bunu yapması için üstüne bir de para verdiklerini söyleyecektir... Şimdi parktan biraz uzaklaşıp antikacıya uğrayalım mı? Susan Brodrick, antika dükkanının sahibesi.. 


Artık sıkıldığını ve diyar-ı terk edeceğini söyler bizimkine... Bizimki de 'Nereye?' der, önce 'Nepal' cevabını verir, bizimki durur mu hiç, 'orası antika dolu' deyince bunun üzerine 'Morocco' cevabını alır Susan'dan... Yine Thoma da editörüne Londra'dan sıkıldığından ve gideceğinden bahseder...


 Biraz bohem biraz fütüristik bir hava hakim filme ve en önemlisi de 'belirsizlik'... Ama bu konuya sonra döneceğiz, evet bizimki bir pervane alır çıkar antikacıdan, parasız olmasa dükkanı da alacaktır ama neyse...


Bu arada Jane ne yapar eder bulur bizimkinin evini. Fotoğrafları ister, hatunla sohbet ederlerken kanı kaynamaya başlar bizimkinin... Neyse ki makineyi kaptırmaz, efenim, geçiyoruz buraları...


 Kadının istediği negatifleri kesen ve iyice meraklanan Thomas filmleri banyo ederek bu denli önemli olan ve belki de göremediği bir 'şey'i arar resimlerde... 


Nihayetinde bulur da... Tabanca tutan birini ve yerde yatan cesedi belli belirsiz görür foto filmlerde... Bir cinayet işlenmiştir çalıların hemen arkasında... Yasak ilişki yaşayan Jane'in pür telaş tavırları da böylece bir anlam kazanır...



Bir gece vakti hemen parka koşarak cesedin izini sürer... Ceset tam yerinde boylu boyunca uzanmaktadır... Bu adam, kadının sevgilisi de olabilir, olmayabilir de...


Ne dersiniz, epey benziyorlar... İşte burada bir kafa karışıklığı yaşamadım değil, şayet 'bu adam', 'o adam' ise Thoma fotoları çekerken ne ara tabanca ateş aldı da yere yığıldı? Filmi izleyenlerden yardım bekliyorum bu hususta... Kimi yorumculara göre ise cinayet hiç işlenmemiş olabilir, yani 'izlediklerinizin tamamı hayal ürünüdür' gibisinden... Film içinde film... Sahi. Ne dersiniz?



Ne hikmetse o akşam yapışık ikiz gibi dolaştığı fotoğraf makinesi de yoktur yanında kahramanımızın... Ertesi sabah makinesini de yanına aldığında ise cesedin yerinde yeller esiyordur... Ve geldik  efsane final sahnesine...


Ne yalan söyleyeyim, şimdiye kadar izlediğim en dehşet finallerden biriydi... Ağız açık, tüyler diken diken izledim 'hayali tenis maçı'nı... Yönetmen, sinemayı öyle güzel özetlemiş ki... 'Hepsi bir oyun, -mış gibicilik' der gibi... Biz inandık, oynadık çektik, siz de inandınız, izlediniz ettiniz... Yayında ve yapımda emeği geçenlere teşekkürler... 

Thomas mı? En son sahnede nereye mi kayboldu? 

O, aslında yok-muş, hiç ol-mamış... mış...

17 Kasım 2021 Çarşamba

Nymphomaniac: Vol. I - 2013


Trier'i nasıl bilirdiniz, sizi bilmem ama biz iyi anlaşıyoruz yönetmenle. Şimdi 2013 yapımı bir nemfomanyağın hikayesine göz atalım mı, Trier gözünden?

                                         

  Yahu, nedir bu nemf dediğinizi duyar gibiyim...  Nemf, bir böceğin hayatının ilk evresindeki hâlidir. Joe'nun yaşamına çocukluğundan itibaren misafir olacağız birazdan, dikkat kemerlerinizi sıkı bağlayın!
  Çocukluğundan itibaren meraklı ve duyuları oldukça gelişmiş olan Joe genç kızlık döneminde bekaretini bozacağı erkeği random seçer: Jerome.

                                         

                      '15 yaşındaydım ve belki de bir kız olarak romantik beklentim biraz fazlaydı.'

  Bu ilk tecrübesinden beklediği romantikliği bulamayan kahramanımız, ilişkilerine herhangi bir duygudan yoksun bir şekilde devam eder... Soğuk nevale yani bir nevi bizim Joe, bu arada filmin başında yoldan geçerken yaralı bir şekilde kurtarılır Seligman tarafından. Hayat hikayesini ise Seligman'ın, daha çok bir rahibin yuvasına benzeyen evinde anlatmaktadır, ya da ikili dertleşmektedir de diyebiliriz...

                                         

                                             '-Daha adını bile bilmiyorum. Benimki Seligman.

                                             -Ne boktan bir isim böyle?

                                             -Yahudi ismi.

                                             -Dindar olmadığını söylemiştin.

                                            - Değilim ama büyükbabam öyleymiş. 

                                              Ailem de bana bu ismi Yahudiliğe olan duygusal çağrışımından dolayı                                                      vermiş. 

                                              Biz her zaman Siyonizm karşıtıydık.

                                              Bu, Yahudi karşıtı olmak anlamına gelmiyor.'

                                                

 İkinci bölüm olan Jerome'da, Joe ile Jerome tekrar karşılaşacaklardır ama bu defa iş ortamında. Jerome, Joe'nun patronudur artık. Sürpriz karşılaşmadan sonra Jerome, Joe'ya yakınlaşır ve fakat Joe'nun kafa, marjinal arkadaşı B. ile beraber bambaşka yerlerdedir...

'Kendimizi aşkın hakim olduğu bir topluma karşı mücadele etmeye adamıştık. Benim için aşk, kıskançlık eklenmiş tutkudan ibaretti.'

  Neyse ki bizim Joe'nun henüz taşlaşmamış kalbi bu kadar ısrara dayanamaz ve Jerome'a bir mektup yazar, tabi ki geç kalmıştır, yeller esiyordur Jerome'un yerinde... Canım bizim fani Joe'da aşkı tatmıştır işte bir şekilde... Üzülür, kırılır ama hiç hız kesmeden -av-lanmaya devam eder... Gelin. Joe'ya kulak verelim nasıl tanımlıyor nemfomanyasını:

'-Bazı insanlar bağımlıyı suçlar. Diğerleri ise bağımlıya acır. Ama benim bağımlılığım arzudandı, ihtiyaçtan değil. 

-Öyle sanıyorsun, değil mi? 

-Etrafımdaki yıkımın da sebebi arzumdu. Gittiğim her yerde. Bağımlılık, bazen nihayetinde empati eksikliğine yol açar. Aynı anda bir aslanla çalışıp, çocuklarının burnunu temizlemezsin. Benim için nemfomanya, kalpsizlik demekti.'


                                    


Şimdi bir Poe'ya kadar uzanıp geleceğiz, çocukluğundan itibaren çok sevdiği babası hastadır zira ve Joe için sıkıntılı. kasvet dolu günler beklemektedir kapıda...

'Feri sönmüş, karanlık ve sessiz bir sonbahar gününde

cennetin bulutları çok alçakta salınıyordu

ve ben de at sırtında

taşranın kasvetli arazisinde, bir başıma

yol aldığım sırada

akşam gölgesinin üzerine vurmasıyla birlikte

Gözcü Evi'nin boynu bükük manzarasıyla karşılaştım.'


Babasını kaybeden Joe için hayat yeni numaralar hazırlamaktadır. Jerome ile tekrar karşılaşırlar, Joe ile babasının sürekli gittiği parkta... Burada bir parantez açmak istiyorum. Babasının, doğaya, ağaçlara bilhassa dişbudak ağacına olan sevgisi göz yaşartacak cinsten, filmi izlemiş olanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.



'Bach'ın ismindeki harflerin, nümerik değerlerinin toplamı 14 eder. Bestelerinde sıklıkla kullandığı bir sayı. Bach'ın ismindeki en zekice şey ise, her harfin karşılığı olan sayının Fibonacci sayılarından biri olmasıdır.'

Son bölümde işin içine bir de Bach girer... Bach, polifoni ustası, birbirinden tamamen farklı fakat hep beraber tamamlayıcı olan üç ses polifoniyi yaratır. Bu seslerin toplamı ise; Contus Firmus'u. Bunun adına sabit ilahi denir. Küçük Org Kitabı'ndan. 'Seni çağırıyorum, Hazreti İsa.'  İçeriği esasında bir ilahi ama Bach yeniden düzenleyip biraz da süslemiş. 




Efenim Joe'da aşkta -gizli bileşen- olan 'sevgi' ile tanışıp Jerome ile mutlu mesut olacak-mıdır? Bilmiyorum. Bilemiyoruz, devam filmine bi'bakınmaya ne dersiniz cevap için? İzledi iseniz şayet muhakkak bekliyorum yorumlara, sağlıcakla kalın, sevgilerimle...


Dipnot: Charlotte Gainsbourg'a saygı duruşunda bulunuyorum, muhteşem oyunculuğu için...

14 Kasım 2021 Pazar

the dreamers- 2003



     

               YÖNETMEN- BERNARDO BERTOLUCCİ

              SENARYO- GİLBERT ADAİR

   Beni sahalara indiren mükemmel bir filmle karşınızdayım. Aslen filmi yıllar evvel izlemiştim vefakat 'nereden estiyse' birkaç haftadır ardarda tekrar izliyorum zira izlemelere doyamıyorum... Ve artık dedim ki, fatoş kızım, bu senin filmin, bunu yaz-malısın, e hadi ne duruyorsun? :D

   Efendim filmimiz 68'in sonlarında Paris'te sinefil üç genç arkadaş -ki hemen parantez açalım burada; biri amerikalı(matthew), diğer ikisi ise ikiz kardeşler(theo ve isabelle)- arasında geçer... 68 sonu olayları için sizleri şöyle alalım.





Öyle bir film düşünün ki her sahnesi başka bir kült filme öykünen. Filmin adı 'Dream' zaten film içinde film gibi... Yirmili yaşlardaki bu gençler öylesine benimsemişler ki -sinema-yı her filmi perdede en ön koltuklardan nefessiz izliyorlar... Amerikalı Matthew, Paris'e bir yıllığına Fransızca öğrenmek için gelmiştir;

'Niye bu kadar yakın oturuyoruz? Görüntüleri halâ yeni ve tazeyken ilk olarak biz görmek istediğimiz için olabilir. Arkamızdaki koltukların tozlarını temizlemeden önce. Sıra sıra, izleyici izleyici, arkaya yayılmadan önce... Belki de perde, gerçekten bir perde görevi görüyordu. Bizi dünyadan gizliyordu.'




Ve artık üçlünün dünyası perdeden taşar... Matthew'in Isabelle'e 'nerelisin' diye sorduğunda alacağı cevap 1960 yapımı jean-luc godard filmi olan a bout de souffle'den bir kesitten;
'-New York Herald Tribune' olacaktır...




Üçlünün Louvre Müzesini koşarak 9 dakika 43 saniyeden az bir sürede gezmeye çalışması ise yine bir godard filmi olan band of outsiders'deki rekoru kırmak istemeleri... Ve koşunun başarıya ulaşması sonucu Isabelle ve Theo, Freaks(1932)'deki düğün resepsiyonuna öykünerek 'We accept him, one of us,' diyerek Matthew'i aralarına kabul ederler...



Ve daha nice film referansları veren bu efsaneyi muhakkak izlemenizi tavsiye ederim. İzleyenleri ise yorumlara bekliyorum efenim, hoş kalın, sinema ile kalın... = ))


28 Ocak 2020 Salı

bir film ne kadar canınızı yakabilir? - ROMA(2018)


                                                   YÖNETMEN: ALFONSO CUARÓN
                                                                Uyarı: Aşırı spoi içerir.

Oscarlı film. Yönetmenin çocukluğundan izler taşıyan dramda 70’ler Meksika’sını seyrediyoruz siyah-beyaz. Cleo orta sınıf bir ailenin yanında hizmetçi. Yaftalamayı sevmiyorum aslında lakin filmi anlayabilmek için imdb’de geçen ‘maid’ sözcüğünü kullanmak zorundayım. Cleo bir insan esasında hepsi bu. Bir kadın.



Fermín sevgilisi. Hamile kalıyor. Ama Fermín yağlıyor topukları ve kaçıyor. Sonrasını ben söylemeyeyim, siz izleyin...


Sofía dört çocuk annesi. Antonio hep uzakta, uzaklarda. Çalışıyor, iş için. Ancak bir müddet sonra tamamen aile içi bağlar kopuyor. Çocuklar asgari düzeyde etkilensin diye ebeveynler önlemler almaya çalışıyor...



Konu kabataslak bu şekilde özetlenebilir de başlıkta sorduğum sorunun cevabı nasıl özetlenecek? Yanan ormanda ağıt yakarcasına şarkı tutturan adam verebilir mi yanıtı? 

‘Kadınlar hep yalnızdır’mı yoksa filmde dendiği üzere? 

Bir uyansak, uyansak, uyansak uykumuzdan...

11 Ocak 2020 Cumartesi

Bıçaklar Çekildi - 2019



Sıcağı sıcağına yazayım dedim :D Tanrım, ha-ri-ka bir film! Rian Johnson yönetmen koltuğunda, hayal ettiği, bizlere seyir ettirdiği dedektif  ise Daniel Craig( Benoit Blanc).


Harlan Trombey 85. yaş gününde evinde ölü olarak bulunur. Sinemalar.com’dan konusunu copyledikten sonra başlayalım izlenimlerime. Olaydan sonra dedektif Benoit tek tek aile üyelerini sorgulamaya başlar polis ile birlikte. Resimde Harlan’ın büyük kızını görüyorsunuz sorguda iken bu arada resimler imdb’den. Doğal olarak bütün aile sırları açığa çıkar ancak dedektifimiz cinayet potansiyeli olabilecek bir delil yakalayamaz.



Derken olaylar Harlan’ın bohem oğlu Ransom ve annesi illegal bir göçmen olan hemşire Marta arasında gelişecektir. Ben finalde dumura uğradım. Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim doğrusu, espriler şahane idi. Absolute izleyiniz. :)

 ——-SPOİLER———

Senaryodaki sahne geçişleri inanılmaz atak tutuyor insanı bu bir. Agatha romanlarından esinlenilerek yazılmış gibi görünse de sonu ile büyük ölçüde şaşırtarak Doyle’a yaraşır bir finale sahip.(iki)  İzlerken bir dakika olsun Ransom’dan şüphelenmedim. Ta ki final anına dek. Olağanüstü zekice kurgulanmış plan. İlaç şişeleri karıştırılmış olmasına rağmen Marta’nın doğru ilacı vermesi ise burktu içimizi, pisi pisine gitti Harlan amcam. 

Ortada vasiyet olunca başka sitelerden okuduğuma göre politik dokundurmalar varmış bilhassa Marta’nın göçmen annesi düşünüldüğünde. Harlan’ın büyük polisiye yazarı olması, her şeye sıfırdan başlaması ancak çocukları tarafından yalanlar ile defalarca aldatılması kendi yarattığı dünyayı yok ederek her şeyini Marta’ya bırakmasına yorulmuş...( bu da üç)




28 Aralık 2019 Cumartesi

Saf Bir Yürek - Gustave Flaubert & Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (2019) - Céline Sciamma


Abartmıyorum bu elli sayfalık öyküyü dün geceden beri üç kez okudum... Her okuyuşumda ayrı bir tat alarak. Flaubert "Duyarlı ruhları acımaya yöneltmek, ağlatmak istiyorum, çünkü ben de onlardanım." der bir mektubunda kitap için.

Félicitémiz dul bir kadın olan Bayan Aubain'in yardımcısı. Aubain'in çocukları Paul ile Virginie'ye bakıyor.

"Hem eğlensinler hem de bir şeyler öğrensinler diye, çocuklara gravürlerle resimlenmiş bir coğrafya kitabı armağan etmişti. Dünyanın değişik yerlerinden sahneler vardı bu resimlerde: başları tüylü yamyamlar, bir genç kızı kaçıran maymun, çölde Bedeviler, zıpkınlanan bir balina..."

Esas olarak kapakta görünen papağan üzerine kurgulamış yazar romanı ancak saf bir yürek girince işin içine dramaturjiye kaçamadan edememiş. İyi ki de öyle olmuş...
Bu aralar ziyadesiyle yorgun olduğumdan ayrı bir postu hak eden alev almış bir genç kızın portresi'ni anmadan geçmeyeyim dram demişken... Fransızlar bu türün ustası gerçekten. Yine bir kadının, kadınların dramını resim sanatıyla buluşturan, her yanından zarafet akan bir film... Şuraya afiş iliştireyim:


Kitaba geri dönersek... Yakınlarının çoğunu kaybeden Félicité  elinde avucunda kalan tek şeye; bir papağana sarılır en son... O kadar bağlanır ki kuşa 'kutsal ruh' nitelemesini atfedecek derecede...
Nitekim kitabın sonunu enfes bir şekilde bağlamış Flaubert atfedilene...

"Havanın çok sıcak olduğu günlerde, odalarından çıkmazlardı. Dışarının göz alıcı aydınlığı, ışıktan çubuklar takardı kepenklerin dilimleri arasına. Köyde tek ses duyulmazdı. Aşağıda, kaldırımda kimse olmazdı. Bu her yere yayılmış sessizlik, nesnelerin dinginliğini de artırırdı. Uzaktan uzağa kalafatçıların tekne gövdelerine vuran çekiçleri duyulur, ağır meltem, katran kokusunu onlara taşırdı."

"Kilisede gözleri hep Kutsal Ruh'taydı ve yavaş yavaş papağana benzer bir yanı olduğunu fark etti. Bu benzerlik , İsa Mesih'in vaftizini betimleyen Épinal* baskısı bir resimde ona daha da açık geldi. Kızıl kanatları ve zümrüt yeşili gövdesiyle tıpatıp Loulou'nun** portresiydi bu.

*Fransa'da tahtabaskı resim üretimiyle ünlü bir kent.
**Papağının adı.

Siz de okudu iseniz romanı veyahut izledi iseniz filmi yorumlarınızı merak ediyorum. 




19 Aralık 2019 Perşembe

A man escaped - 1956



Bresson izlemelerime devam ediyorum... Yönetmenin sineması bizleri birer sinemasever süvari yapma yolunda. Resimden ve film adından da anlaşılacağı üzere mahkumiyet var filmde, kaçınılmaz olarak da ‘umut’. Evvela gerçek olaylardan esinlenilmiş. Ordan burdan arakladığım kadarı ile nazilere karşı fransız direniş savaşçısı olan andré devigny'nin gerçek öyküsü.

Hiç replik olayına girmese de olurmuş aslında ki zaten az buçuk dinliyoruz fontain’i. Bresson kamera oyunlarını iyi biliyor vesselam. evet ,mahkumun kaçış planı üzerinden ilerliyor film. Bana geçti çaresizlik (burada parantez açalım; filmin sonunda şöyle der fountain: ‘Bu son şansımız’) daha doğrusu yegane çare olan özgürlüğe uzanmayı isteyen  çaresizlik duygusu. 



Filmin ikinci yarısında hücresine biri daha gelir teğmenin; Jost. Önce bir kararsızlık süreci yaşar teğmen. Yine filmden bir replik, der ki jost için ‘ya öldürmem lazım ya da açılmam’. Fountain güç bela tüm kaçış hazırlıklarını tamamlarken birdenbire ortaya çıkan bu misafire güvenmeyi seçer. buradan itibaren daha bir güzelleşiyor film. Eyvahlar, soru işaretleri derken ———spoi amaca ulaşıyor ikili. Nitekim daha sonra fontain ‘tek başıma başaramazdım’ diyecek jost ise çok sevdiği annesine kavuşacaktır...

10 Aralık 2019 Salı



bu ara konuşmayı değil de dinlemeyi, dinlenmeyi seviyorum. film şiir gibiydi, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım...

28 Kasım 2019 Perşembe

Badlands - 1973




YÖNETMEN : Terrence Malick

Merhaba. Film Holly’nin sesi ile açılıyor ve dış ses olarak film boyunca devam ediyor. Babası ile yaşayan Holly, kasabanın çöplerini toplayan Kit’in dikkatini çeker. Fazla göz önünde olmayan, kendi çapında eğlenceli halleri hoşuna gidince esas adamımızın kaçınılmaz bir aşk doğar ikili arasında. Ancak babası rıza göstermez bu ilişkiye ve olaylar amma kanlı olaylar gerçekleşir devamında. Gerçek bir hikayeye  dayanıyor film. 

Filmin müzikleri gerçekten enfes. ‘Badlands’ ise çorak arazi demekmiş... Nitekim filme eşlik eden kurak sahalar ve ne bileyim... filmin bunaltıcı, karamsar havası isminin hakkını sonuna kadar veriyor. İzledi iseniz paylaşınız yorumlarınızı, merak ediyor ben. (;

20 Kasım 2019 Çarşamba

Conte de Printemps

Ah! Schumann - Kinderszenen dinlerken yazıyorum sizlere ve üçüncü Rohmer filmini de bitirmenin verdiği haklı gururu ve hazzı yaşıyorum. Efenim bu film yönetmenin dört mevsim hikayeleri dörtlemesinin ilk filmi imiş, mevsim ne mi filmde? Elcevap: İlkbahar...


Ah ki ne ah! Felsefe var burada, Kant var mesela... Evini kısa bir süreliğine kuzenine emanet eden felsefe öğretmeni Jeanne, bir partide tanıştığı Natacha ile dost olur ve onun evinde kalmaya başlar. İlkbahar olunca konu; sık sık sayfiye alanındaki evlerine de giderler birlikte, Paris ilkbaharda da muhteşem tabii...





Eski aile evleri olunca burası Natacha anılarını dökmeye başlar Jeanne'e ki belirtmeden geçemeyeceğim; büyükanne ve büyükbabasının enfes tabloları var bu evde.  Natacha, babasının kendisi ile yaşıt sevgilisinden memnun değil... Anne ve babası ayrı bu arada uzun zamandır. Bu minvalde devam ediyor hikaye; olaylar olaylar yani...

Bir de kayıp bir kolye var aile yadigarı. Finalde müthiş bir şekilde bağlamış Rohmer olayı, her şeyin özeti gibi olmuş. Ben bir saniye bile gözlerimi ayıramadım filmden, şimdiden sizlere de iyi seyirler diliyorum!

9 Kasım 2019 Cumartesi

Onun Adı Petrunya - 2019



Makedonya’da geçiyor olay, merhaba bu arada. Bu film vizyon filmlerinden, bugün izledim ben de. Petrunya otuzunu geçkin, hiç evlenmemiş ve anne babasıyla yaşayan kızımız. Geleneksel bir kutlama var kasabada her sene tekrarlanan şöyle ki; peder kutsal kabul edilen bir haç atıyor nehre ve nehre atlayan erkekler de kıyasıya yarışıyor haçı kapmak için. Ancak bu sene farklı gelişir bu ritüel zira haç Petrunya’nın olacaktır. 

Filmi beğendim genel anlamda. Benim için konu olarak kadınları, kadın haklarını ön plana çıkaran filmler her zaman bir adım öndedir zaten. Filmde dönen bir kurt-kuzu muhabbeti var. Petrunya; yarışmada kazandığı haçı geri vermek istemeyince kendini nedense karakolda bulur ve sorgu amirinden;
-'Kurt postuna bürünmüş kuzu' damgasını yer, ancak finalde de der ki;
-'Artık bir kurda dönüştüm...'

Aslında bırakmak istemediği haç değildir kızımızın, bu yüzden linç edilip kalabalık bir erkek grubu tarafından koca bir kova soğuk suyla ıslatılmamıştır... Farklıdır sebebi, topluma kadının da bir birey olduğunu -ki yirmibirinci yüzyılda hala bu konuyu konuşuyorsak...- isterse kutsal haça ve daha nicelerine en az erkeklerin ki kadar sahip olabileceğini vurgulamak ister Petrunya. Filmin sonunda da nükteli bir dille;
-'Ya Tanrı kadınsa?' diye sorar karakterlerimiz...

Ay evet, aşk da var anacım. ;D Film müzikleri de şahaneydi. Tavsiye ederim efendim.


8 Kasım 2019 Cuma

L'ami de Mon Amie





İlk filmimi izledim, Rohmer'den. O kadar doğaldı ki her şey. Saf, tertemiz bir sinemasal deneyim oldu benim için bu film. Oyunculuklar yapmacıklıktan çok uzak; replikler, sekanslar... Lea ile Blanche yakın arkadaşlar ve film boyunca arkadaşlıklarını sorguluyorlar sevgilileri üzerinden... Blanche; içe dönük, sevecen ve tabii ki daha sessiz bir kız. Lea ile sevgilisi Fabien bir dargın bir barışık yaşarlarken, Blanche da genç bir mühendis olan Alexandre ile takılır bir süre. Filmin sonunda ise tüm roller yer değiştirecek :)




Filmden bir replik de dursun burada;
Blanche, Alexandre için der ki Fabien'e:
-Onu değil de, Yalnızca görüntüsünü sevdiğimi farkettim
yapay bir görüntü.
Çocukça rüyalar görmek için fazla büyüdüm.
Ama şimdi bitti. Görüntü tamamen soldu.
Her şey bir anda yok oldu. Tüm hislerim.
Acı bile hissetmedim. Bir anda her şey baştan başa değişti.
Fabien:
-Görüntüler bile bu kadar çabuk kaybolmaz.
Blanche:
-Olur.
Bir ay önce, eğer bana aşık olsaydı, Ya da söyleseydi,
Çok heyecanlanırdım.
Hayatım boyunca güvende olacakmışım gibi hissederdim.

Neden bir ay önce dediğini anlamışsınızdır çünkü artık yanında Fabien var, keyifli seyirler izleyecek olanlara :))

4 Kasım 2019 Pazartesi

2019 NOVEMBER MOVİE CHALLENGE - ÉRİC ROHMER

Selamlar, 'bu kız başlıkları neden ecnebice atıyo?' diye sorabilirsiniz elbette çünkü bu kız kendini bu şekilde ifade ettiğinde daha iyi hissediyor, başka bir sebebi yok, yetmez mi?

Efendim ben pek liste yapan bir insan değilim amma velakin zamanı iyi kullanamadığımdan yakınırken buldum kendimi yine ve 'fatoş artık filmleri bir görev edinmelisin' diyerek bu ay için Rohmer'inkileri seçtim. Dört film izleyeceğim bu ay, bana katılmak isterseniz beklerim yorumlara, hoşçakalın :)

İlk film, L'ami de Mon Amie




İkinci; L'a Femme de l'aviateur





Üçüncü film; Conte de Printemps





Ve son olarak; La Carrière  de Suzanne

geziyoruz tozuyoruz

 bayram'da kısa da olsa mahşeri  istanbul kalabalığına karıştım.. lale mevsiminde gitmeyi çok istiyordum, emirgan korusunda idim bayramı...