28 Aralık 2019 Cumartesi

Saf Bir Yürek - Gustave Flaubert & Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (2019) - Céline Sciamma


Abartmıyorum bu elli sayfalık öyküyü dün geceden beri üç kez okudum... Her okuyuşumda ayrı bir tat alarak. Flaubert "Duyarlı ruhları acımaya yöneltmek, ağlatmak istiyorum, çünkü ben de onlardanım." der bir mektubunda kitap için.

Félicitémiz dul bir kadın olan Bayan Aubain'in yardımcısı. Aubain'in çocukları Paul ile Virginie'ye bakıyor.

"Hem eğlensinler hem de bir şeyler öğrensinler diye, çocuklara gravürlerle resimlenmiş bir coğrafya kitabı armağan etmişti. Dünyanın değişik yerlerinden sahneler vardı bu resimlerde: başları tüylü yamyamlar, bir genç kızı kaçıran maymun, çölde Bedeviler, zıpkınlanan bir balina..."

Esas olarak kapakta görünen papağan üzerine kurgulamış yazar romanı ancak saf bir yürek girince işin içine dramaturjiye kaçamadan edememiş. İyi ki de öyle olmuş...
Bu aralar ziyadesiyle yorgun olduğumdan ayrı bir postu hak eden alev almış bir genç kızın portresi'ni anmadan geçmeyeyim dram demişken... Fransızlar bu türün ustası gerçekten. Yine bir kadının, kadınların dramını resim sanatıyla buluşturan, her yanından zarafet akan bir film... Şuraya afiş iliştireyim:


Kitaba geri dönersek... Yakınlarının çoğunu kaybeden Félicité  elinde avucunda kalan tek şeye; bir papağana sarılır en son... O kadar bağlanır ki kuşa 'kutsal ruh' nitelemesini atfedecek derecede...
Nitekim kitabın sonunu enfes bir şekilde bağlamış Flaubert atfedilene...

"Havanın çok sıcak olduğu günlerde, odalarından çıkmazlardı. Dışarının göz alıcı aydınlığı, ışıktan çubuklar takardı kepenklerin dilimleri arasına. Köyde tek ses duyulmazdı. Aşağıda, kaldırımda kimse olmazdı. Bu her yere yayılmış sessizlik, nesnelerin dinginliğini de artırırdı. Uzaktan uzağa kalafatçıların tekne gövdelerine vuran çekiçleri duyulur, ağır meltem, katran kokusunu onlara taşırdı."

"Kilisede gözleri hep Kutsal Ruh'taydı ve yavaş yavaş papağana benzer bir yanı olduğunu fark etti. Bu benzerlik , İsa Mesih'in vaftizini betimleyen Épinal* baskısı bir resimde ona daha da açık geldi. Kızıl kanatları ve zümrüt yeşili gövdesiyle tıpatıp Loulou'nun** portresiydi bu.

*Fransa'da tahtabaskı resim üretimiyle ünlü bir kent.
**Papağının adı.

Siz de okudu iseniz romanı veyahut izledi iseniz filmi yorumlarınızı merak ediyorum. 




25 Aralık 2019 Çarşamba

Bir küçük murakami meselesi


Bu adamın yarattığı dünyaya hastayım. Haruki dozajım gelmişti yine açıp ilk öyküsünü okudum kitabın. Oyuncu bir adam Kafuku. Şoförü olan huysuz ve tatlı kadın Misaki ile aralarında aşağıdaki diyalog geçer...

 Misaki derin bir nefes aldı. Ceketinin altında göğsü hafifçe kalkıp tekrar indi. “Böyle bir şey yapmak, size acı vermedi mi? Karınızla yattığını bildiğiniz bir adamla içki içip onunla sohbet etmek?”
 “Acı vermedi diyemem” dedi Kafuku, “düşünmek istemediğim şeyler geliyordu aklıma. Hatırlamak istemediğim şeyleri anımsıyordum. Ama rol yaptım. Sonuçta rol yapmak benim işim.” 
 “Başka bir karaktere büründünüz”dedi Misaki.
 “Aynen öyle.”
 “Sonra yine eski karakterinize döndünüz.”
 “Aynen öylededi Kafuku, “istemesen de dönersin. Ama geri döndüğünde döndüğün yer eskisine göre biraz farklıdır. Kural böyledir. Tamamıyla öncesiyle aynı olmak mümkün değildir.”
 
Sarsıntının dinmesini bekliyorum hâlâ, öncesiyle aynı olamamayı idrak etmeye çalışırken...

21 Aralık 2019 Cumartesi

Kitap Çekilişi


Merhabalar 🌞 Yeni yıl için ufakça bir sürpriz yapmayı düşünüyorum. Yukarıdaki resimden iki kitap hediye edeceğim iki kişiye ayrıca elceğizlerimle yaptığım kutlama kartı vs. gibi küçük hediyeler de olacak. Gece 00:00’da sonlanacak çekiliş ertesi gün de açıklayacağım isimleri, yapmanız gereken tek şey yorumda katılımınızı belirtmek. Hoşçakalın :-)

20 Aralık 2019 Cuma

Lermontov - Zamanımızın Bir Kahramanı


Patron çıldırdı arkadaşlar! Kaybetti kendini bütün hafta zamanımızın bir kahramanında. Yeni yeni gelebildi kendine. Bir şeyler karalamalı, söylenecek çok mesel var...

Kitaplara pek kıymet verdiğimden ilk beş listem olmadı hiç. Biricik okuduklarım benim için ancak... Lermontov kalbimde Céline gibi, belki Böll’ün hemen altında biraz Wilde’ın üstünde yani işte oralarda bir yerlerde yer edindi, yerleşti ve tahtını kurdu.

Kahramanımız Peçorin’i Maksim Maksimıç’ın dostu bizlere şöyle tarif ediyor:

“ Bu arada gözleriyle ilgili birkaç sözcük daha söylemem gerekiyor.
Bir kere, Peçorin güldüğünde gülmüyorlardı! Bazı insan­larda bu çeşit tuhaflıklarla hiç karşılaşmadınız mı? Bu ya hırçın bir yaradılışın ya da derin, sürekli bir hüznün belir­tisidir. Yarı inik kirpiklerinin ardından (şöyle ifade etmek doğru olursa) fosforlu bir ışıltıyla parlıyorlardı. Ruhsal bir ateşin de, canlı bir hayal gücünün de belirtisi değildi bu: Dümdüz bir çeliğin göz kamaştırıcı, ama soğuk parıltısıydı. Size baktığı zaman, insanın içine işleyen hüzünlü bakışı, id­dialı bir sorunun tatsız hissini yaratıyordu karşısındaki in­sanda ve kendisi böylesine kayıtsız, sakin durmasaydı, küs­tahça bir bakış olarak bile algılanabilirdi. ”

Çok katmanlı bir roman var karşımızda. Bağdaşık hikayeler, peşpeşe anlatıcılar, ardışık sevgililer, düellolar vs. neler neler... Sanat filmi diye bir kavram türedi ya bu kitap da bir sanat eseridir arkadaşlar. Wilde romanları gibi bir sanatsal yapıdan söz ediyorum. Efsunlu değil yani. Reelist bir manifesto gibi Peçorin’in hayatı. 

“ Mezar taşı kitabeleri çoğu kimse­ye saçma gelir. Ama ben öyle düşünmem, özellikle onların al­tında nelerin yattığını düşününce... Bununla birlikte, benim bu düşüncemi paylaşmanızı istemiyorum sizden. Bu çıkışım size gülünç geliyorsa, gülün lütfen. Önce şunu söylemeliyim size, kesinlikle gücenmem buna...”




19 Aralık 2019 Perşembe

A man escaped - 1956



Bresson izlemelerime devam ediyorum... Yönetmenin sineması bizleri birer sinemasever süvari yapma yolunda. Resimden ve film adından da anlaşılacağı üzere mahkumiyet var filmde, kaçınılmaz olarak da ‘umut’. Evvela gerçek olaylardan esinlenilmiş. Ordan burdan arakladığım kadarı ile nazilere karşı fransız direniş savaşçısı olan andré devigny'nin gerçek öyküsü.

Hiç replik olayına girmese de olurmuş aslında ki zaten az buçuk dinliyoruz fontain’i. Bresson kamera oyunlarını iyi biliyor vesselam. evet ,mahkumun kaçış planı üzerinden ilerliyor film. Bana geçti çaresizlik (burada parantez açalım; filmin sonunda şöyle der fountain: ‘Bu son şansımız’) daha doğrusu yegane çare olan özgürlüğe uzanmayı isteyen  çaresizlik duygusu. 



Filmin ikinci yarısında hücresine biri daha gelir teğmenin; Jost. Önce bir kararsızlık süreci yaşar teğmen. Yine filmden bir replik, der ki jost için ‘ya öldürmem lazım ya da açılmam’. Fountain güç bela tüm kaçış hazırlıklarını tamamlarken birdenbire ortaya çıkan bu misafire güvenmeyi seçer. buradan itibaren daha bir güzelleşiyor film. Eyvahlar, soru işaretleri derken ———spoi amaca ulaşıyor ikili. Nitekim daha sonra fontain ‘tek başıma başaramazdım’ diyecek jost ise çok sevdiği annesine kavuşacaktır...

17 Aralık 2019 Salı

16 Aralık 2019 Pazartesi

Yeni Yıl İçin İyi Dilekler

Merhabalar. Şöyle toplu bir post yapayım dedim. Az evvel kargom geldi de pek mutlu oldum :D Paylaşmak istedim sizlerlen... Bir de kitaplığımdan bir iki raf çektim. Yeni yılda okuyacağım kitaplar. Hem size de fikir olur belki. Gönül isterdi ki tüm kitaplığımı çekip atayım ancak... Baya bir elden geçirmem geçirecekti 😁 Bir gün söz ama;

İlkin sahaf siparişimi atayım. salpa sahaf dan aldım bu cicişleri:


 Bunlar da kitaplığımdan;


Şu tepedeki Şeyh Galip kitabını da nerbudan sahaf’dan almış idim. Bu raftan Auguste Rodin’i çok merak ediyorum. Ne zaman okurum bilinmez. Kış aylarında bir Auster sevdası tuttururum genelde... ‘Brooklyn Çılgınlıkları’ okuyorum esasen şu an. Neyse kitap havadisini burada noktalayıp-şimdilik- neler izlediğime geçeyim...

Moscow does not believe in tears ilk filmim. Ah, sıcacık bir film. Şu kış aylarında içinize bahar doğacak :) Üç kadın var ana temada. Sınıf çatışması yaşıyorlar. Fabrikada işçiler üçü de. Henüz çok gençler, alttaki resimde gördüğünüz kadın daha sonra mühendis oluyor. Ancak çocuğunun kameraman babası genç bir anne olarak bir başına bırakmış kadını. Daha sonra tekrar karşılaşıyorlar ama... 
Bu arada resimde gördüğünüz adam değil kızın babası. O sonradan anne kızın hayatına dahil oluyor. Bu kare çok hoşuma gitti gerçekten. Tavsiye ederim.



Velvet Buzzsaw’ı Netflix’den izledim görüldüğü üzere. Sanat filmi her şeyden önce. Ona göre meraklıları izlesin... Oldukça orijinal bölümler vardı. Mesela şu afişte gördüğünüz küredeki delikler... İnsanlar sergide sergilenen küredeki o deliğe ellerini sokuyorlar, bilinmezlik mi desem arzu mu ya da? Enteresan bir film. Modern çağdaki sanat üzerinden (tablolar vs.) dönen oyunlar, ast-üst ilişkileri filan. İzlenebilir.


Şimdilik bu kadar :) Yine gelirse aklıma bir şeyler yazarım, e peki siz ne düşünüyorsunuz? 






















12 Aralık 2019 Perşembe

Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı



 Gözümü kırpmadan okudum... On altıncı yüzyılın sonlarında İstanbul’da geçiyor olaylar. Bilinç akışı tekniği ile yazılmış muhteşem bir modern yapıt. Tarihle, resimle bugünü bu kadar güzel harmanlayan nadir eserlerden. 

 Pamuk’tan okuduğum ikinci kitap. İlkin kara kitap’ını okumuştum bayılaraktan. Romanda ne mi okuyacaksınız? Padişahın isteğiyle nakkaşların ana teması ‘ölüm’ olan gizli bir resim yapacaklarına  şahit olacağız. Ancak içlerinden biri öldürülecek... Merak, aşk, yaşam ve ölüm ve daha nice duyguların -özlerini- diri tutacak bir edebiyat şölenine doyacaksınız, e daha ne olsun :D

 altını çizdiklerim:

“Bir resmin konusunda aşk varsa, resim de aşkla çizilmelidir,” dedim. “Acı varsa resimden de acı akmalıdır. Ama acı, resimdeki kişilerden ya da onların göz yaşlarından değil, resmin ilk anda gözükmez, ama hissedilir iç ahenginden çıkmalıdır. Ben asırlardır hayretin resmini çizen yüzlerce üstat nakkaş gibi işaret parmağını ağzının yuvarlağına sokan birini çizmedim de, bütün resmi hayret ettirdim. Bu da hünkarı ayağa kaldırmakla olur.”

 O zamanlar, yüz on yıl önce Frenk nakşı, şahların özendiği gerçek bir tehdit olmadığı ve efsane büyük üstatlar kendi usullerine Allah’a inanır gibi inandıkları için, Frenk üstatlarının en sıradan kılıç yarasında ya da en bayağı çuhada bile kırmızının çeşit çeşit ara rengini kullanmalarını bir çeşit şerefsizlikle acemilik olarak görüp gülüp geçtiler. Ancak acemi, kararsız ve iradesiz nakkaş bir kaftanın  kırmızısı için farklı kırmızılar kullanır, dediler. Gölge bahane olamaz. Zaten  tek bir kırmızı vardır ve yalnızca ona inanılır.

 “Bu kırmızının anlamı nedir?” diye yine sordu atı ezberden çizmiş kör nakkaş.

 “Renklerin anlamı orada karşımızda olmaları ve onları görmemizdir.”  dedi öteki. “Görmeyene kırmızı anlatılamaz.”

 “Münkirler, zındıklar, inançsızlar da Allah’ı inkar etmek için onun gözükmediğini söylerler,” dedi atı çizen kör nakkaş.

 “Oysa o görene gözükür,” dedi öteki usta. “Kuran-ı Kerim bu yüzden görenle görmeyenin hiç bir olmayacağını söyler.”

bu da son olsun ;)

10 Aralık 2019 Salı



bu ara konuşmayı değil de dinlemeyi, dinlenmeyi seviyorum. film şiir gibiydi, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım...

6 Aralık 2019 Cuma

William Shakespeare - IV. Henry



Herkese Selam. Nasılsınız bakalım? Aman keyfinizi bozmayın bu soğuk günlerde :) kimsenin bozmasına da izin vermeyin. Mesela bir Shakespeare romanı açın, okuyun. Hatta Fatoş dediydi deyip IV. Henry’i okuyun...

İngiltere tarihini bilmememe rağmen oldukça zevkli idi kitabı okuma serüvenim. Giriş bölümünde kısa bir özet geçilmiş zaten. Kral IV. Henry zamanı anlatılıyor ayrıca savaş romanı bu. İsyanlar, taht savaşları, asiler, serkeşler filan. Güldürü öğeleri de mevcut; Falstaff var mesela. Kral’ın oğlu Hal’in serseri takımından arkadaşı. Enteresan meyhane sahneleri okudum, farklı geldi bu sebepten Shakespeare’in öteki romanlarına göre.

Ufak alıntılar:
....

(Eastcheap. Yabandomuzu Kellesi Meyhanesi.)
(Falstaff ve Bardolph girer.)

FALSTAFF
Bardolph, şu son işten bu yana kötü inceldim değil mi? Hafifledim, sıskalaştım. Kocakarı geceliği gibi derim her yanımdan sarktı yahu! Pörsük elma gibi buruştum. Vazgeçiyorum artık, hem de şimdi, her şeyimi kaybetmeden! Yakında içim geçecek. pişman olmaya bile gücüm kalmayacak. Kilise havasını bile unutmadıysam, kaysı kurusundan, sütçü beygirinden beter olayım. Ah, kilise havası! Yoldaşlarım, evet aşağılık yoldaşlarım yaktı beni!

BARDOLPH
Sir John, bak bu vıdı vıdıyla çok yaşamazsın.

5 Aralık 2019 Perşembe

Günün Şarkısı


-

Anladım acım ilacım olmuş. Eyvah!
Kötü talihim eyvah!
Arada bir şefkatine muhtacım

Şimdi belki mutlusundur diye
Ödüm kopuyor eyvah!
Bana acı acı hatıran lazım 

3 Aralık 2019 Salı

2 Aralık 2019 Pazartesi

Kış Uykusu - 2014


hani sevdiğiniz filmleri hemen izlemek istemeyip bekletirsiniz ya, işte o filmlerdendi benim için ‘Kış Uykusu’. evvela Nuri Bilge’yi ayrı tutarım, ayrıcalıklılarımdan. Haluk Bilginer de keza öyle... Emmy haberlerini okudukça özledim galiba. daha fazla bekletmenin bir anlamı yok fatoş, izle dedim ve izledim.

filmin süresi gözünüzü korkutmasın, ne bileyim Ceylan beş saat çekse keşke şu filmleri valla ben izlerim. mekan Kapadokya. kışın en güzel aynı zamanda da en soğuk yaşandığı yerlerden... 
Aydın, Othello adında dededen kalma oteli işletiyor. aynı zamanda yerel bir gazetede haftalık köşe yazarlığı da yapıyor, bir tiyatro mazisi de var. Necla, kardeşi. eşinden ayrı, birlikte yaşıyorlar abisiyle.  bir de Nihal... genç ve güzel, Aydın’ın eşi.

Spoi 

bu film birçok alt metin barındıyor esasında. elbettir ki yakalayamadıklarım da olsa , ben ile kesişen metinleri aktarmak istiyorum. filmin başlarında otel müşterisi, motoruyla şehir şehir gezen Timur bir at istiyor Aydın’dan. şöyle bir çevreyi turlamak için. Aydın otelde at bulunmadığını söyleyince konu kapanıyor -neredeyse. neredeyse evet, Aydın’a dert oluyor bu durum ve bir ‘yılkı atı’ satın alıyor. Timur ayrılınca otelden salıveriyor atı. Bilge’yi tek geçerim bu nece ince düşüncedir, hayaline, kurguna sağlık...

en önemli alt metin; ‘-meta-‘ yani ‘-mangır-‘ yani... kiracısının oğlunun; evlerine gelen hacizden mütevellit hırpalanan babasının öcünü almak için Aydın’ın kamyonet camına attığı o taş... bizi serseme çeviren o camın kırılma anı... taşın bıraktığı iz, o ses... -meta-, -para-... iki farklı dünya anlatılıyor filmde. köy imamı Hamdi, kardeşi aylak İsmail... Nihal’in -meta-sını -para-sını reddeden İsmail...  (parantez açayım Nejat İşler harika bir oyuncu. çok da yakışmış İsmail’e)

film ile bu kadar uyumlu bir ad nadirdir herhalde. benim için en azından. uykudalar çünkü. hepsi, herkes derin bir uykuda. yaşamlarımız da böyle değil mi tam olarak. unutmak için mi yaşıyoruz. yaşamak için mi unutuyoruz. bu film biraz da uyukladıklarmızı yüzümüze vuracak. izleyin, izletin.

30 Kasım 2019 Cumartesi

Neler Yapıyorum

Selam herkese, yılbaşına azıcık zaman kaldı, ümidimizsin yeniyıl. Bu sefer gol olacak mı ha, ne dersin? Battaniyeler, kışlıklar çıkalı çok oldu zaten. Bu sabah yağmur vardı burada. Uzun uzun yürüdüm, ıslandım, yürüdüm sonra yine ıslandım... Evvelden beri şemsiye kullanmayı sevmem. Millet sığışırken kuytulara yağmurda, ben kabak gibi dururum öyle. Rohmer meydan okumamın son filmi olan 'La Carrière de Suzanne' i izledim. Diğer izlediklerime göre vasattı, ayrı bir post yapmadım bu sebepten. Aralık ayı için de Robert Bresson filmlerini izliciim. İzledikçe yazarım. Proust okuyasım var hatta birazdan başlarım Swann'lara...

BİTTİ

desem de şuraya bir ajda sıkıştırmayayım mı a canım?
yeni keşfettim bu şarkısını, nasıl sizce *-*


28 Kasım 2019 Perşembe

Badlands - 1973




YÖNETMEN : Terrence Malick

Merhaba. Film Holly’nin sesi ile açılıyor ve dış ses olarak film boyunca devam ediyor. Babası ile yaşayan Holly, kasabanın çöplerini toplayan Kit’in dikkatini çeker. Fazla göz önünde olmayan, kendi çapında eğlenceli halleri hoşuna gidince esas adamımızın kaçınılmaz bir aşk doğar ikili arasında. Ancak babası rıza göstermez bu ilişkiye ve olaylar amma kanlı olaylar gerçekleşir devamında. Gerçek bir hikayeye  dayanıyor film. 

Filmin müzikleri gerçekten enfes. ‘Badlands’ ise çorak arazi demekmiş... Nitekim filme eşlik eden kurak sahalar ve ne bileyim... filmin bunaltıcı, karamsar havası isminin hakkını sonuna kadar veriyor. İzledi iseniz paylaşınız yorumlarınızı, merak ediyor ben. (;

26 Kasım 2019 Salı

Tower of Song

Biliyorsunuz hemen hemen her ay sevdiğim bir Cohen şarkısını paylaşıyorum sizlerle; bu ay ise buradaydık hep...

Bir Sümer Destanı - Gılgamış


Selam, çizgi roman olarak okudum destanı, anlatan Yıyun Lı. Yaratılış efsaneleri süslüyor kitabı. Topraktan şekil alan, uzunca bir müddet tek başına yaşayan Endiku ve onu merak edip hayran olan Şamhat; şimdiki Mezopotamya topraklarında yer alan Uruk’a, Kral Gılgamış’ın yanına gelirler. Yenilmez, savaşçı ruhlu Endiku ile dost olur hemen Gılgamış. Beraber Sedir Ormanı’nı tanrılar tarafından korumakla görevlendirilen Humbaba’yı alt etmek üzere bir maceraya çıkarlar. Kararlı ve azimli oluşlarıyla da hedeflerine varırlar.


Ancak... Endiku hastalanır bir müddet sonra ve dünyaya gözlerini yumar. Gılgamış bunu kabullenemeyerek ölümsüzlüğün sırrını aramaya başlar. Nuh tufanı olarak da bilinen olaya geçiyoruz burada, destanda ise adı Utnapiştim. Nitekim ulaşır da Gılgamış ihtiyar Utnapiştim’e, ölümsüzlüğü elde edemez tahmin edilebileceği üzere. Başka şeyler elde eder bunun yerine; tevazu ve yaşam bilgeliği.

Anlatıcının da dediği gibi destanda ana konunun ‘dostluk’ olduğunu düşünüyorum ben de. İnsanoğlunun ilk yazınsal ürünü olan kitabı okumanızı öneririm. Okudu iseniz beklerim yorumlara, hoşça kalın.

20 Kasım 2019 Çarşamba

Conte de Printemps

Ah! Schumann - Kinderszenen dinlerken yazıyorum sizlere ve üçüncü Rohmer filmini de bitirmenin verdiği haklı gururu ve hazzı yaşıyorum. Efenim bu film yönetmenin dört mevsim hikayeleri dörtlemesinin ilk filmi imiş, mevsim ne mi filmde? Elcevap: İlkbahar...


Ah ki ne ah! Felsefe var burada, Kant var mesela... Evini kısa bir süreliğine kuzenine emanet eden felsefe öğretmeni Jeanne, bir partide tanıştığı Natacha ile dost olur ve onun evinde kalmaya başlar. İlkbahar olunca konu; sık sık sayfiye alanındaki evlerine de giderler birlikte, Paris ilkbaharda da muhteşem tabii...





Eski aile evleri olunca burası Natacha anılarını dökmeye başlar Jeanne'e ki belirtmeden geçemeyeceğim; büyükanne ve büyükbabasının enfes tabloları var bu evde.  Natacha, babasının kendisi ile yaşıt sevgilisinden memnun değil... Anne ve babası ayrı bu arada uzun zamandır. Bu minvalde devam ediyor hikaye; olaylar olaylar yani...

Bir de kayıp bir kolye var aile yadigarı. Finalde müthiş bir şekilde bağlamış Rohmer olayı, her şeyin özeti gibi olmuş. Ben bir saniye bile gözlerimi ayıramadım filmden, şimdiden sizlere de iyi seyirler diliyorum!

18 Kasım 2019 Pazartesi

Sappho - Şiirler





Sappho; Yunan lirizminin büyük ozanı, bugün Midilli adıyla anılan Lesbos'da yaşamış. Samih Rıfat tadından yenmez bir önsöz yazmış kitaba... Ufak bir pasaj önsözden;

"Ama o, çoğu zaman iki sözcüğüyle, yarım bir dizesiyle, tek bir imgesiyle yapar aynı işi. Bir iki uzun ve eksiksiz şiir dışında, karşımızda bütünüyle kırık dökük dizelerden, başı sonu eksik dörtlüklerden oluşan bir yapıt vardır. Eşsiz güzelliğini ve etkileyiciliğini biraz da bu kırık döküklüğüne, toprak altından çıkmış kolu bacağı kırık Antikçağ yontularının güzelliğini andıran gizemli eksiltilerine borçludur belki de"

Ve şiir olsun artık devamında, Sappho'dan...

Hiç değişmeyecek, güzellerim benim,
sizden yana düşüncem.
...


Ve sen Dika, bir taç yerleştir saçlarının üstüne
yumuşacık elinle ördüğün anason dallarından;
güzel çiçekler kutlu Kharit'lerin gözünü çeler,
başında taç olmayan birini görmezler bile.
...


Tıpkı o tatlı elma gibi, bir dalın tepesinde kızaran
yukarıda, elma toplayıcıların unuttuğu o elma,
aslında unutmamış da, uzanamamışlardır ona ...

16 Kasım 2019 Cumartesi

Anton Çehov - Bozkır



‘ Göğün derinliklerine uzun süre gözünü ayırmadan baktığında, düşüncelerle ruh, yalnızlığın bilincinde birleşirler nedense. Kendini çaresizce yalnız hissetmeye başlarsın, daha önce yakın ve kendine ait saydığın her şey sonsuz biçimde uzak ve değersiz olur. Binlerce yıldır gökyüzünden bakan yıldızlar, insanın kısacık yaşamanı umursamayan anlaşılmaz gökyüzü ve sis, onlarla göz göze kaldığın ve anlamlarını kavramaya çalıştığında suskunluklarıyla ruhunu ezerler; her birimizi mezarda bekleyen yalnızlığa aklımız takılır ve yaşamın içyüzü, özü umutsuz ve korkunç görünür...’

Fantasie Impromptu

14 Kasım 2019 Perşembe

La femme de l’aviateur


Ah, nasıl girsem söze bilmiyorum inanın... Biliyorsunuz Rohmer ayı ilan etmiştim Kasım'ı, seçtiklerimden ikinci filmi de izledim. İnanılmaz, çok net vuruşlar var bu filmde, acayip keyif aldım izlerken. İyi ki daha fazla geç kalmamışım izlemek için dedim... Efendim coşkunluğumu mazur görün, şimdi de filmi anlatayım biraz...

François sevgilisi Anne'yi, Anne'nin eski erkek arkadaşıyla görür, işkillenmeye başlar. Erkek arkadaşını takip etmeye başlar ve onu başka bir kızla görür... Bu sırada henüz on beş yaşında olan Lucie ile karşılaşırlar parkta. Lucie; sevgilisinin sevgilisini başka bir kızla yakaladığını ispatlamak için parkta sevgililerin yanında bulunan ve fotoğraf çeken çifti gösterir François'e eğer isterse cazibesi ile çiftten fotoğraf makinesini alabileceğini, sevgililerin fotoğrafını çekebileceğini söyler... Bu park sahnesi oldukça etkileyiciydi gerçekten.


François; Lucie'den ev adresini alır daha sonra onu durumdan haberdar edebilmek için. Anne'nin evinde bulur kendini. Ancak Anne isteksizce yaklaşır sevgilisine, yorulduğunu ve dinlenmek istediğini söyler. Ayrıca ilişkilerinde oldukça rahat bir insandır Anne nitekim bu durumu şu sözlerinden anlayabiliriz;
-Bana göre aşk; beraber yaşamak değildir, yapışkan şeylerden nefret ederim. Ayrılık kalbi sevgiyle doldurur.

Spoi vermeyeceğim filmin büyüsünü bozmamak adına ancak finalde dumura uğradım ben...

9 Kasım 2019 Cumartesi

Onun Adı Petrunya - 2019



Makedonya’da geçiyor olay, merhaba bu arada. Bu film vizyon filmlerinden, bugün izledim ben de. Petrunya otuzunu geçkin, hiç evlenmemiş ve anne babasıyla yaşayan kızımız. Geleneksel bir kutlama var kasabada her sene tekrarlanan şöyle ki; peder kutsal kabul edilen bir haç atıyor nehre ve nehre atlayan erkekler de kıyasıya yarışıyor haçı kapmak için. Ancak bu sene farklı gelişir bu ritüel zira haç Petrunya’nın olacaktır. 

Filmi beğendim genel anlamda. Benim için konu olarak kadınları, kadın haklarını ön plana çıkaran filmler her zaman bir adım öndedir zaten. Filmde dönen bir kurt-kuzu muhabbeti var. Petrunya; yarışmada kazandığı haçı geri vermek istemeyince kendini nedense karakolda bulur ve sorgu amirinden;
-'Kurt postuna bürünmüş kuzu' damgasını yer, ancak finalde de der ki;
-'Artık bir kurda dönüştüm...'

Aslında bırakmak istemediği haç değildir kızımızın, bu yüzden linç edilip kalabalık bir erkek grubu tarafından koca bir kova soğuk suyla ıslatılmamıştır... Farklıdır sebebi, topluma kadının da bir birey olduğunu -ki yirmibirinci yüzyılda hala bu konuyu konuşuyorsak...- isterse kutsal haça ve daha nicelerine en az erkeklerin ki kadar sahip olabileceğini vurgulamak ister Petrunya. Filmin sonunda da nükteli bir dille;
-'Ya Tanrı kadınsa?' diye sorar karakterlerimiz...

Ay evet, aşk da var anacım. ;D Film müzikleri de şahaneydi. Tavsiye ederim efendim.


8 Kasım 2019 Cuma

L'ami de Mon Amie





İlk filmimi izledim, Rohmer'den. O kadar doğaldı ki her şey. Saf, tertemiz bir sinemasal deneyim oldu benim için bu film. Oyunculuklar yapmacıklıktan çok uzak; replikler, sekanslar... Lea ile Blanche yakın arkadaşlar ve film boyunca arkadaşlıklarını sorguluyorlar sevgilileri üzerinden... Blanche; içe dönük, sevecen ve tabii ki daha sessiz bir kız. Lea ile sevgilisi Fabien bir dargın bir barışık yaşarlarken, Blanche da genç bir mühendis olan Alexandre ile takılır bir süre. Filmin sonunda ise tüm roller yer değiştirecek :)




Filmden bir replik de dursun burada;
Blanche, Alexandre için der ki Fabien'e:
-Onu değil de, Yalnızca görüntüsünü sevdiğimi farkettim
yapay bir görüntü.
Çocukça rüyalar görmek için fazla büyüdüm.
Ama şimdi bitti. Görüntü tamamen soldu.
Her şey bir anda yok oldu. Tüm hislerim.
Acı bile hissetmedim. Bir anda her şey baştan başa değişti.
Fabien:
-Görüntüler bile bu kadar çabuk kaybolmaz.
Blanche:
-Olur.
Bir ay önce, eğer bana aşık olsaydı, Ya da söyleseydi,
Çok heyecanlanırdım.
Hayatım boyunca güvende olacakmışım gibi hissederdim.

Neden bir ay önce dediğini anlamışsınızdır çünkü artık yanında Fabien var, keyifli seyirler izleyecek olanlara :))

7 Kasım 2019 Perşembe

ferit edgü - do sesi


Ekim ayında okuduğum bir kitaptı. Zira ben bu ayı Didem Madak’a ayırdım. Neden mi ‘do sesi’ çünkü; “Bana, bir gün, ‘Do sesini verdim ölümü yendim’ diyen Semiha Berksoy’a” demiş edgü. Kitap dört bölümden oluşuyor, şiir kitabı. Buraya üçüncü bölüm (Saçma Öyküler) den ‘Az’ şiirini ekliyorum, kendinize iyi bakın. (:

Az
Gözlemlerim bana şunu söylüyor:
Otur oturduğun yerde. Bahçeye bile çıkıp dolaşma,
sesin duyulmasın.
Ne demek oluyor bu? 
Her şey. Bugüne değin izlediğin yolların tümü bir 
dolambacı oluşturdu. 
İçinden bir türlü çıkmayı başaramadığın dolambacı. 
Bir dolambacı mı? Bunu da nerden çıkarıyorsun şimdi?
Okuduğun kitaplardan. Yazdığın yazılardan.
Ama senin bilmediğin bir şey var, yaşamın dört ana 
yönü değil, binbir bilinmez yönü vardır.
Bunu bilmeden ne okusan, ne yazsam az.

Semerkant - Amin Maalouf



Mutlaka en az bir kitabını okumanız gereken yazarlar vardır bence. Kitabın türü size hitap etmeyebilir belki, bu duruma en bariz örneklerden biri Stephen King olabilir... King, korku ve gerilim türünde de yazsa her kitabında derin bir felsefe barındırır mesela hatta belki de şiir ne ise bu yazarlardan biri de Maalouf olmalı, lafı getireceğim nokta budur. Yazarın okuduğum ilk eseri olmakla birlikte kesinlikle son olmayacak yazarı okuma sürecim. Peki ne anlatılıyor bize Semerkant’ta?

Çok, çok öncelere gidelim. Öyle bir dostluk betimlemiş, nakletmiş ki yazar edebi ruh fışkırtan Hayyam/Sabbah/Nizamülmülk üzerine...
İşte kitabın ilk bölümümden altını çizdiklerim:
Hayyam der ki;
“Çok daha sonraları Rubaiyat yazmasını minyatürlerle süslemeye girişen, adı belirsiz nakkaşın da canlandırmaya çalıştığı böyle bir cennet görüntüsü değil miydi Semerkant’ın kadılar kadısı Ebu Tahir’in ikamet ettiği Asfizar mahallesine götürülürken, Ömer’in aklından çıkmayan görüntü de bu değil miydi? İçinden yineleyip duruyordu: “Benim yıkanan kadınım sadece bir serap olsa da... Gerçeğin asıl yüzü o Façalı Surat olsa da... Bu serin gece ömrümün son gecesi olsa da... Bu şehirden nefret etmeyeceğim.”

Ve Kadı Hayyam’a der ki;
“Nişapurlu çadır üreticisi İbrahim’in oğlu Ömer bir dostu tanımayı bilir misin sen?
Bu cümlede Hayyam’ın merakını kamçılayan bir samimiyet vurgusu vardı. “Bir dostu tanımak” mı?

İkinci bölüm, haşşaşiyûn cenneti yani Alamut üzerine kurulu. Burayı geçiyorum, çoğunuzun bir fikri vardır herhalde Sabbah’la ilgili.

Üçüncü bölümde yazar hızlı bir geçiş yaparak -bin yıllık- ilk iki bölümle paralel başka bir öykü anlatıyor bizlere. Altını çizdiklerim:

“Adı sanı bilinmeyen bir İngiliz şair, Fitzgerald, 1859’da yetmiş beş rubainin çevirisini yayımlamaya karar verdiğinde tam bir kayıtsızlıkla karşılanmıştı. Kitaptan iki yüz elli nüsha basılmış, yazar birkaçını eşine dostuna hediye etmiş, geri kalanlar kitapçı Bernard Quaritch’in deposunda küflenmeye terk edilmişti, Fitzgerald Farsça öğretmenine, “poor old Omar”ın, o zavallı, yaşlı Ömer’in kimsenin ilgisini çekmediğini yazdı. İki yıl sonra yayıncı elindeki stoğu kelepir fiyatına satmaya karar verdi: Kapak fiyatı beş şilin olan the Rubaiyat, altmış kat aşağı inerek bir peniye düştü. Bu fiyata bile çok az sattı. İki edebiyat eleştirmeni onu keşfedinceye kadar.”

Ve gelelim canımı en çok yakan son bölüme; İran’a... Işık Doğu’dan geldiği için mi söndürmek isterler bilmem... Nedir bu çile, Doğu’nun çilesi...
Neden bir ‘mal’ muamelesi olmaktan kurtulamıyoruz? Neden bütün kirli işler tam da burada hallediliyor? Nedeni belli elbette, biz doğulular kendi özümüze ne kadar çok dönersek o kadar def ederiz gibime geliyor dışarıdakileri. Nedir bu öz? Kendi kendimizin efendisi olacağız, çalışıp çabalayacağız; açgözlülük yapıp çalıp çırpmayacağız... Bu kısım tamamen o dönemdeki Çar, Şah, Kazaklar, Amerikalılar, Fransızlar ve diğerleri...’ne ayrılmış, pastadaki büyük dilimi kapmak için yapılan uğraşıları anlatılmış.

Yazar finali o kadar güzel bağlamış ki hayran kalmamak elde değil çünkü Titanic’deyiz... Semerkant yazması da orada, sonrası mı? Kim bilir...

Bir Hayyam dörtlüğü ile son bulsun bu inceleme:
“Yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun
Çok uzun bir hikayeyi özetlemek gerekirse
Derim ki çıkmış ummanın derinliklerinden 
Sonra umman yutuvermiş onu yeniden.”

4 Kasım 2019 Pazartesi

William Shakespeare - Venedik Taciri


Okudum bitti hemencecik. Olay Venedik'te geçiyor tahmin edilebileceği üzere...  Başrol Portia gibi görünse de -ki, bakın hanım kızımızın güzelliğine;

"Bütün dünya onun peşinde.
Yeryüzünün dört köşesinden bu kutsal türbeye,
Bu yaşayan, soluk alan evliyaya
Yüz sürmeye geliyor herkes.
Hyrcania çölleri
Ve geniş Arabistan'ın engin bozkırları,
Güzel Portia'yı görmeye gelen prensler için
İşlek birer anayol oldu.
Denizler krallığının hırsla yukarı kalkmış, 
Ağzından göklere salyalar saçan başı bile
Bu yabancı ruhlara engel olamıyor."

 Benim gönlümde Shylock'tur efendim. Shylock bir yahudi, zengin. Şimdiki tefeci gibi... Üç bin duka borç veriyor soylu kızımızla evlenmek isteyen Bassanıo'nun arkadaşı Antonıo'ya. Ne karşılığında mı, eğer ödemezse borcunu bunun karşılığında:

"Ne olur, bana söyler misiniz;
Ödeme gününü geçirdi diyelim,
Kararlaştırılan cezayı uygulayıp da ne kazanacağım? insandan alınan yarım kilo et,
Ne koyun etine benzer, ne dana ne de keçi etine: Para da etmez, kazanç da getirmez.
Bu dostluk elini
Sırf hakkımda iyi düşünsün diye uzatıyorum ona. Alıyorsa alsın; almıyorsa, iyi günler,
Ama lütfen yanlış düşünerek bana haksızlık etmeyin."

Evet adamın etini istiyor tüccar... Kitabın sonunu okuduğunuzda hak vereceksiniz bana, neden kötü adama bu rolü biçtiğime...  İşler hiç de istediği gibi olmayacak tefecinin.

Bu metinde hristiyan-yahudi karşıtlığı çok bariz hatta metin bunun üzerinde kurgulanmış. Ben de araştırdım biraz bu düşmanlığın köklerini. Mesela Barabas geçiyor romanda şu şekilde; kızı (Jessıca) bir hristiyanla kaçan (Lorenzo) için Shylock der ki:

"Benim de kızım var;
Bence kocası Hıristiyan olacağına,
Barabas'ın soyundan biri olsun daha iyi."

Barabas: İsa'nın yerine hapisten çıkarılarak salıverilen Yahudi haydutmuş. Ekşide okuduğum kadarıyla isa göğe yükseldikten sonra, cennetin kapısını isa'ya açan kişi imiş.

Anladığım üzere İsrailoğullarının kendilerini diğer ırklardan üstün görmeleri yansıtılmış... Okudu iseniz aydınlatın beni, ya da biliyorsanız, ilgili iseniz bu konu ile ;D

Dipnot: Resim Pinterestten.

2019 NOVEMBER MOVİE CHALLENGE - ÉRİC ROHMER

Selamlar, 'bu kız başlıkları neden ecnebice atıyo?' diye sorabilirsiniz elbette çünkü bu kız kendini bu şekilde ifade ettiğinde daha iyi hissediyor, başka bir sebebi yok, yetmez mi?

Efendim ben pek liste yapan bir insan değilim amma velakin zamanı iyi kullanamadığımdan yakınırken buldum kendimi yine ve 'fatoş artık filmleri bir görev edinmelisin' diyerek bu ay için Rohmer'inkileri seçtim. Dört film izleyeceğim bu ay, bana katılmak isterseniz beklerim yorumlara, hoşçakalın :)

İlk film, L'ami de Mon Amie




İkinci; L'a Femme de l'aviateur





Üçüncü film; Conte de Printemps





Ve son olarak; La Carrière  de Suzanne

2 Kasım 2019 Cumartesi

Sivil İtaatsizlik - Henry Davıd Thoreau




merhabalar. konuyu fazla uzatmadan gandı’nin ‘eserleri ve fikirleri beni derinden etkilemiştir’ dediği yazarımızın kitabından alıntılar ekliyorum... bayıldım evet :)

“Kuruyemiş ve kuru üzüm peşinde bütün denizleri dolanan, bu uğurda gemicilerini köle eden bir ticaret! Geçen gün batmış, içinde bir çok kişinin hayatını kaybettiği, kumaş, ardıç meyvesi ve acıbadem dolu yükleri kıyıya vurmuş bir gemi gördüm. Sanki ardıç meyvesi ve acıbadem uğruna Leghorn ve New York arasındaki denizin tehlikelerini göze almaya pek değmezmiş gibi geldi bana. Amerika acıbadem için Eski Dünya’ya gidiyor! Denizin tuzu suyu, alabora olmuş bir gemi, yeterince acı değil mi? O çok övündüğümüz ticaretimiz de büyük ölçüde öyle ve hâlâ kendine devlet adamı ya da felsefeci deyip ilerleme ve medeniyetin tam da bu tarz bir değiş tokuşa ve faaliyete, pekmez dolu bir fıçıya üşüşmüş sineklerinki gibi bir faaliyete bağlı olduğunu düşünecek kadar kör olanlar var. İnsanlar istiridye olsaydı, diyor biri, pekâlâ olurdu. Pekâlâ olurdu, diyorum ben de, eğer insanlar sivrisinek olsaydı.”

“Politika denen şey görece ve o kadar yapay ve zalimanedir ki bugüne kadar beni ilgilendirdiğini hiç fark etmemişim. Gördüğüm kadarıyla gazeteler köşe yazılarının bir kısmını bilabedel politikaya veya devlete ayırıyor; bunun da gazeteleri kurtaran tek şey olduğu söylenebilir fakat ben edebiyatı ve biraz da gerçekleri sevdiğim için, bu köşe yazılarını katiyen okumuyorum. Hakkaniyet hissimi o kadar köreltmek istemiyorum.”

31 Ekim 2019 Perşembe

Adiós Octubre

Bowie with 

Huysmans 
                                                                               &And  me **

25 Ekim 2019 Cuma

Kobo Abe - Kumların Kadını


Selam dostlar.. Okudum bitti ama tır geçti sanki üstümden neden diyecek olursanız kendinizi baş karakterimizin yerine koyalım bakalım;

Şimdi düşünün, koleksiyoncusunuz; kelebek, böcek vs. bilhassa kumda yaşayan canlılara merak duyuyorsunuz, inceliyorsunuz ve bir köye geliyorsunuz araştırmalarınız, tutkunuz sonucunda. Evet bu köy bildiğimiz köylerden biraz farklı; kumla kaplı her taraf... Kumdan tepeler ve hatta kumdan evler bile var yani tam da istediğiniz gibi her şey. 

Akşama kadar merakla geziyorsunuz köyü zira vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz... O da ne? Bakın kaçırdınız köy dolmuşunu neyse telaşa mahal yok... Köy evlerinden biri misafir eder sizi ne de olsa di mi ama? 

Köy halkı iyice bir sorguluyor sizi, garip buluyorsunuz bu durumu; içinizden 'alt tarafı bir gecelik yolcu kalacağım bir hanede' deseniz de gece vakti geri dönmeyi göze alamıyorsunuz yürüyerek hem yorgunluktan hem de 'kim bilir'...

Velhasıl içine halatla inilen, her yerde sepet sepet kum olan evde bir kadın misafir ediyor sizi. O gece  derin bir uyku çekiyorsunuz her ne kadar dışarıdan gelen seslere bir anlam veremeseniz de. Sabah kadına seslerin sebebini sorduğunuzda bunun bir ritüele dönüştüğünü anlıyorsunuz, o evlerde yaşamak için tüm köy halkı her gece rüzgar yüzünden biriken kumları taşımak zorunda... Üzülüyorsunuz dünyadan soyutlanmış, kumların insafına kalmış yaşamlara kısa bir süre ve gitme zamanınızın geldiğini merdivenin veya yukarıdaki adamların nerede olduğunu soruyorsunuz ev sahibenize lakin kadından çıt çıkmıyor. Korku ile titrerken siz bir 'tuzağa' çekildiğinizi anlıyorsunuz...

Japonlar bu işi biliyor arkadaşlar, bin bir duygu dehlizinde boğuldum adeta... Güzeldi, okuyunuz ayrıca lütfen duygularınızı paylaşınız benimle; bu kısacık giriş kısmından nasıl bir izlenim edindiniz kitap hakkında? Sevgiyle kalın.




22 Ekim 2019 Salı

Koltuktaki Ölü - Agatha Chrıstıe


Herkese selam. Bu kitabı çok hızlı okudum, oldukça akıcı ve ilgi çekici olduğundan.. Chrıstıe, biliyorsunuz bir iddia ile başlıyor cinayet kitaplarına... Peki gerçekten tutturabildi mi iddiasını, sivrilebildi mi diğer polisiye yazarlardan? Bunun cevabını ben değil tarih veriyor elbette, ben ise çok severek, çerez tadında okuyorum. Her ay mutlaka bir ya da iki kitabını okurum ki zaten Agatha ablamız beni hiç üzmüyor bu konuda... İstemidiğiniz kadar kitabı var, dizisi de var biliyorsunuz... 

Ben katili tahmin edemedim, Poırot bile devreye çok sonradan giriyor...  Mrs.Welman’ın durumu ağır, miras vakası var anlayacağınız. Torunu Elinor, kızı gibi sevdiği Mary, Elinor’un sevgilisi Roddy, Dr. Lord, Hemşire O’Brien ve Hopkins ve diğerleri .... Mrs. Welman yatağında ölü bulununca tüm şüpheli gözler  Elinor’a çevriliyor, kitabı okumanızı tavsiye ederim..

Kitaptan;
-İnsan kendisine ne  gibi yalanlar  söylendiğini öğrenmek zorundadır.

Yeni Yıl

   bir koca yıl daha bitti, inanılır gibi değil... ben n'apıyorum, yürüyüşe çıkıyorum bol bol, kitap okumaya çalışıyorum, bolca müzik ve...