Mutlaka en az bir kitabını okumanız gereken yazarlar vardır bence. Kitabın türü size hitap etmeyebilir belki, bu duruma en bariz örneklerden biri Stephen King olabilir... King, korku ve gerilim türünde de yazsa her kitabında derin bir felsefe barındırır mesela hatta belki de şiir ne ise bu yazarlardan biri de Maalouf olmalı, lafı getireceğim nokta budur. Yazarın okuduğum ilk eseri olmakla birlikte kesinlikle son olmayacak yazarı okuma sürecim. Peki ne anlatılıyor bize Semerkant’ta?
Çok, çok öncelere gidelim. Öyle bir dostluk betimlemiş, nakletmiş ki yazar edebi ruh fışkırtan Hayyam/Sabbah/Nizamülmülk üzerine...
İşte kitabın ilk bölümümden altını çizdiklerim:
Hayyam der ki;
“Çok daha sonraları Rubaiyat yazmasını minyatürlerle süslemeye girişen, adı belirsiz nakkaşın da canlandırmaya çalıştığı böyle bir cennet görüntüsü değil miydi Semerkant’ın kadılar kadısı Ebu Tahir’in ikamet ettiği Asfizar mahallesine götürülürken, Ömer’in aklından çıkmayan görüntü de bu değil miydi? İçinden yineleyip duruyordu: “Benim yıkanan kadınım sadece bir serap olsa da... Gerçeğin asıl yüzü o Façalı Surat olsa da... Bu serin gece ömrümün son gecesi olsa da... Bu şehirden nefret etmeyeceğim.”
Ve Kadı Hayyam’a der ki;
“Nişapurlu çadır üreticisi İbrahim’in oğlu Ömer bir dostu tanımayı bilir misin sen?
Bu cümlede Hayyam’ın merakını kamçılayan bir samimiyet vurgusu vardı. “Bir dostu tanımak” mı?
İkinci bölüm, haşşaşiyûn cenneti yani Alamut üzerine kurulu. Burayı geçiyorum, çoğunuzun bir fikri vardır herhalde Sabbah’la ilgili.
Üçüncü bölümde yazar hızlı bir geçiş yaparak -bin yıllık- ilk iki bölümle paralel başka bir öykü anlatıyor bizlere. Altını çizdiklerim:
“Adı sanı bilinmeyen bir İngiliz şair, Fitzgerald, 1859’da yetmiş beş rubainin çevirisini yayımlamaya karar verdiğinde tam bir kayıtsızlıkla karşılanmıştı. Kitaptan iki yüz elli nüsha basılmış, yazar birkaçını eşine dostuna hediye etmiş, geri kalanlar kitapçı Bernard Quaritch’in deposunda küflenmeye terk edilmişti, Fitzgerald Farsça öğretmenine, “poor old Omar”ın, o zavallı, yaşlı Ömer’in kimsenin ilgisini çekmediğini yazdı. İki yıl sonra yayıncı elindeki stoğu kelepir fiyatına satmaya karar verdi: Kapak fiyatı beş şilin olan the Rubaiyat, altmış kat aşağı inerek bir peniye düştü. Bu fiyata bile çok az sattı. İki edebiyat eleştirmeni onu keşfedinceye kadar.”
Ve gelelim canımı en çok yakan son bölüme; İran’a... Işık Doğu’dan geldiği için mi söndürmek isterler bilmem... Nedir bu çile, Doğu’nun çilesi...
Neden bir ‘mal’ muamelesi olmaktan kurtulamıyoruz? Neden bütün kirli işler tam da burada hallediliyor? Nedeni belli elbette, biz doğulular kendi özümüze ne kadar çok dönersek o kadar def ederiz gibime geliyor dışarıdakileri. Nedir bu öz? Kendi kendimizin efendisi olacağız, çalışıp çabalayacağız; açgözlülük yapıp çalıp çırpmayacağız... Bu kısım tamamen o dönemdeki Çar, Şah, Kazaklar, Amerikalılar, Fransızlar ve diğerleri...’ne ayrılmış, pastadaki büyük dilimi kapmak için yapılan uğraşıları anlatılmış.
Yazar finali o kadar güzel bağlamış ki hayran kalmamak elde değil çünkü Titanic’deyiz... Semerkant yazması da orada, sonrası mı? Kim bilir...
Bir Hayyam dörtlüğü ile son bulsun bu inceleme:
“Yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun
Çok uzun bir hikayeyi özetlemek gerekirse
Derim ki çıkmış ummanın derinliklerinden
Sonra umman yutuvermiş onu yeniden.”
Okuduğum ve hayran kaldığım bir kitap. Şiddetle tavsiye olunur:)
YanıtlaSilAynen. :)
Sil2-3 tane kitabını okumuş um gerçekten çok iyi bir yazar
YanıtlaSilEvet ben de diğer kitaplarını okuyacağım inş.
Sil